16 Aralık 2008 Salı

Bekleyeceğim

Siz gidin...
Bırakın beni,
Gidin...
Alabildiğine engin

Alabildiğine büyük dünya;
Herbirinize yer var.

Mutluluğu aradığınız yere gidin,
Beni bırakın...

Ben,
"Güller"i bekleyeceğim.
Biliyorum
Açacaklar çünkü.

Uzun

Parmaklarımın ucunda kalkıp
Boynuna sarılmak isterdim
Öpebilmek için seni;
Eğer boyun biraz daha uzun olsaydı...

Sınırlar

Aşılmaz sınırları vardır
Bazı insanların
Ne onlar aşmak ister sınırlarını
Ne de senin aşmana izin verirler
O daracık sınırları içinde
Yaşarlar.

Dua

Tanrım bana güç ver,
Ama en az seninki kadar.

Bencil Tanrı

Tanrı sen olsaydın eğer,
Eminim mutluluk dağıtırdın,
Suçlarını affederdin insanların.

Tanrı ben olsaydım eğer,
Çekip alırdım seni yeryüzünden,
Tanrıçam yapardım.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Henri Bergson’un “DÜŞÜNCE ve DEVİNGEN” kitabındaki “METAFİZİĞE GİRİŞ” adlı Makalesinin Özeti

Bergson, bilgi edinmenin iki ana yöntemini belirler. İlkine göre bilgi edinilmek istendiğinde bilgi nesnesi etrafında dönülür; dolayısıyla değişen bakış açısı sebebiyle mutlak olandan uzaklaşılır relativ olan söz konusu olur. Bu ilk yöntem başvurulan bir görüşe dayanır, yani sistemcidir; aynı zamanda sembollerle iş görür. Bu iki özelliği onun bakışını kısıtlar. Buna karşıt olarak ikinci görüş hiç bir sembole ve görüşe ( sisteme) dayanmaz; nesne ile arasında bir mesafe bırakarak ona dışarıdan bir noktadan bakmak durumunda değildir. Sembol kullanmadığı için nesneyi kısıtlamaz. Dolayısıyla göreli de kalmaz mutlağa ulaşır.
Ben bir nesneye baktığımda, kendimdeki birtakım kavramlarla ona yaklaştığımdan dolayı onu sınırlarım ve onu doğrudan doğruya değil kullandığım kavramlarla deneyimlerim. Bu sebeple onun dışında kalırım ve böylece izafide takılıp kalırım. Mutlağı yakalamanın yolu ise devingene bir iç yüklemek, durumlarla bağdaşmak ve bir muhayyile çabasıyla bu durumlara katılmaktır. Ancak bu yolla nesnenin kendisine ulaşırım, onu içeriden kavrarım.
Bir şeyi semboller aracılığı ile bilmem bana asla tümü vermeyecektir. Bunun yerine onunla bir aralık da olsa özdeş olmam sayesinde basit ve bölünmez olan duyguyu elde ederim. Semboller ve görüşler, beni, şeyin dışında bırakırlar ve onda gerçekte bulunmayan şeyleri verirler. Mutlağa ulaşmam için onun dışında kalmamalı içten kavramalıyım.
Nesnenin bütün tanımları, betimlemeleri, bütün fotoğrafları her ne kadar birbirlerini tamamlasalar da tanımların, betimlemelerin, Fotoğrafların belirli bir mesafeden baktıkları nesnenin kendisi olmayacaklardır. Dolayısı ile asıl nesne her zaman – bütün kopyaları karşısında – yetkin kalacaktır; bu anlamda o, mutlaktır.
Mutlağı anlatmaya çalışan her çabalama görelidir. Bu göreli yaklaşımlar ile mutlağa gittikçe yaklaşırız – ama asla ulaşamayız.
Mutlağa ancak bir sezgi ile ulaşabileceğimiz açık gibi görülüyor. Sezgi ile ulaşacağımız mutlağın dışında kalan her şey bir analiz işi olacaktır. Bu da kavramın kendisinden de çıktığı gibi bütünü, bütünlüğü içinde kavramaz. Sezgi: kendisinde tek olan şey ile zamandaş olmak için bir nesnenin içine erişmeye yarayan bağdaşmaya diyoruz. Sezginin bu özelliğine karşın analiz bir tercüme işidir ve semboller aracılığı ile yapılır. Nesneyi kuşatabilmek için – çünkü ancak böyle kavrayabileceğine inanır – pek çok görüş açısından bakar ona ve dolayısıyla sosuz görüş açısı çıkar ortaya. Oysa sezgi basittir.
Bilimin işi analiz yapmaktır; dolayısı ile semboller kullanır. – Bundan dolayı görelidir. Metafizik ise, bilime karşıt olarak, öyle bir şeydir ki, gerçeği göreli olarak bilmez, mutlak olarak ele geçirir; gerçeklik hakkında bir takım görüşler kabul etmez ona girip yerleşir; onu analiz etmez, onun sezgisini edinir. Bu durumda metafizik sembollerden vazgeçmek gereğini öne sürer.
Hepimizde sezgi yoluyla kavradığımız en az bir gerçeklik vardır. Bu sürüp giden kendi benimizdir. Başka hiç bir şey ile bağdaşmayabiliriz ama kendimizle mutlaka bağdaşıyoruzdur.
Kendi kişiliğim üzerinde bilincimin iç bakışını gezdirdiğimde üç şeyle karşılaşırım: ilkin madde dünyasından gelen kavrayışlar ki, bunlar açıktır, ayrı ayrıdır ve üst üstedir ve bir nesne olarak birikiş bütünü kurmaya çabalarlar. İkincil olarak bu kavrayışlara iyi kötü bağlanık olan satırlar ki, bunlar kişiliğimin derinliklerinden kopup gelmiştir ve kendim değillerken oluşmuşlardır. Ve son olarak kavrayışlara iyi kötü bağlanık olan bazı eğilimler, devindirici alışkanlıklar ve gizil etkenlerle… Bütün bu unsurlar birbirlerinden ne kadar ayrı iseler bana da kendimden o kadar ayrı görünürler. İçten ve dışa doğru yöneldiklerinden bir araya gelince genişlemeye ve dış dünya da kaybolup gitmeye doğru kayıverirler. Fakat kendimi çevremden merkeze doğru toplarsam; kendi derinlerimde en çok yeknesak olarak, en çok sürekli olarak, en çok istikrarlı olarak kendim olan şeyi ararsam bambaşka bir şey bulurum.
Bütün önceki yüzlek pıhtılaşmaların altında bir akıp gidiş sürekliliği vardır. Bir zincirleme gidiş vardır ki, neyin nerede başladığını söyleyemem. Gerçekte – bunlar – ne başlar, ne de biter; uzayıp giderler.
Yaşamak kayıp gitmektir. Bu edim sırasında sürekli olarak yolumuz üzerindeki “şimdi” yi toparlar ve hiç durmadan ilerleriz. Bundan çıkan sonuç – bilinç, hafızadır.
Bilinçli bir varlıkta eşdeğer iki an yoktur. Çünkü her yeni an önceki anların izini taşır.
Her bir an kendinden sonrakini haber verir ve kendinden öncekini kendinde özetler.
Kendi süremizin akıp gidişini hiç bir eğretileme tam olarak anlatamaz. İç hayat bir tür “toplam”dır; tek tek örneklerle anlatılıp gösterilemez.
Kavramlar bu işte daha yetersizdir. Kendi kendimin akıp gidişimden edindiğim asıl duyguyu hiç bir örnek tam olarak anlatamaz. Sürenin sezgisinin yerini hiç bir örnek, kavram alamaz. Kavramlar –genellemeler oldukları için – o nesne ile ona benzeyen diğer nesneler arasında bir karşılaştırmayı ifade ederler. Bu karşılaştırma benzerliği ifade eder. Bunu gibi pek çok kavramla pek çok benzerliği ortaya koyabiliriz ve böylece sezgi ile sezdiğimizde akılla da ortaya koyabileceğimizi, kavrayabileceğimizi düşünürüz. Oysa sezgi karşılaştırma kabul etmez, tektir. Dolayısı ile bilimle, analizle elde edilmesi mümkün değildir. Genelleme, karşılaştırma gibi soyutlamalar geçerli olamaz, çünkü sezgi somuttur. Sezgi metafiziktir. Ancak kavramlar yine de, metafizik için zorunludur, çünkü diğer bilimler kavramlarla iş görür. Bilimlere ise metafiziğin ihtiyacı vardır, vazgeçemez onlardan.
Sürenin teklik ya da çokluk olduğunu söyleyemeyiz; gerçekte, süre hakkındaki basit sezgiye benzeyecek hiç bir şey yoktur.
Ancak sezgi ile sürenin kendisine nüfuz edebiliriz. Dolayısı ile benin süresini benin kendisi içten ve mutlak olarak bilebilirler. Metafizik, bunu, bir sezgi ile kavrarsa, bilim analizle kavramaya çalışır.
Örneğin psikoloji Beni analiz eder; parçalar.
Psikoloji bu tür soyutlama ve analizle gelişir. O, bir tek ruh durumunu olgusunu ayırır ve onu ele alır.
Bir şeyi her ne kadar analiz edersek edelim. Herhangi bir unsurundan onun tümüne varamayız. Oysa tersi mümkündür… Ancak bunun için de aklımın anlayabileceği bir anlam tasarlamam gerekir. İşte ben bunu sezgim ile sınayabilirim.
İşte filozoflar aynen bunu yaparlar: Sezgilerini akılla ifade etmek, kavramlara dökmek isterler. Deneyciler de akılcılar da analiz ile sezgiyi, bilim ile metafiziği birbirine karıştırırlar.
Psikoloji analizle, ancak ruh durumlarını ortaya koyar. Analizin yapabileceği başka bir şey de yoktur zaten. Psikolojinin analiz ile ortaya koyduğu ruh durumları benin bir şemasını çıkartmak, onun hakkında notlar almaktır. Oysa ben onlardan gizlenir.
Deneyciliğin analiz ile sezgiye varabileceği inancı yersizdir.
Akılcılık ta deneycilik gibi ruh durumlarını benin ayrılmış birer parçası diye kabul edip, bunları birleştirerek beni yeni baştan oluşturabileceğini, koruyabileceğini düşündüğünden yanılgıya düşmüştür.
Deneyciliğin yaptığı, tercümeyi orijinalin unsuru gibi görüp bu tercümenin unsurları üzerine akıl yürütmektir. Oysa gerçek deneycilik orijinali içten duymaya çalışır; bu metafiziktir. Bu gerçek deneycilik artık genellemeleri, soyutlamaları (kavramları) kullanmamak, yeni bir çabada bulunmak zorundadır. Öyle bir kavram kullanacaktır ki, artık sade o nesneye ait olacaktır. Bu tek basit bir ifadelendirmedir. Bunu yapan felsefe, o kolun taraflısı değildir; çünkü okulların yaptıkları bölümün üstüne çıkmıştır.
Felsefe, beni basit sezgisini benle sezip kavrayınca beni bilecektir. Bundan sonra tepeden aşağı, geriye, kavramlara inecektir. Ancak bu kavramların hiçbiri ve tümü sürüp giden şahsı vermeyecektir.
Süreklilikten kopartılmış iki kısım, iki an bana hiçbir zaman bütünü, sürekliliği vermeyecektir.
Aynı somut gerçeklik üzerine iki zıt kavram her zaman ortaya konulabilir. Bu tez ve antitez bağdaştırılamaz, çünkü kavramlar yolu ile bir nesne yapılamaz. Oysa sezgide zıt kavramlara kolayca geçilir, - böylece tez ile antitezin gerçeklikten çıktıkları görüldüğü için – bu anti tez ve tezin nasıl çalıştıkları ve bağdaştıkları anlaşılır.
Düşünmek, nesneden kavrama değil, kavramdan nesneye gitmektir. Bilmek te, hazır bazı kavramları alıp nesnenin bir eşdeğerini oluşturmaktır. Bu, nesneye bir etiket yapıştırmaktır adeta; yönelimimize göre farklı etiketler yapıştırırız. Bu işleyişi tersine çevirmek gerekir. Böylece ya felsefe yoktur, bu durumda eşya (nesne) hakkındaki her bilgi, nesneden elde edilecek çıkara yönelmiş pratik bir bilgidir; ya da felsefe yapmak, bir sezgi çabasıyla nesnenin kendisinde yer almaktadır.
Bu sezginin mahiyetini anlamak için, sezginin nerede bittiğini ve analizin nerede başladığını açıkça belirtmek gerekir.
Analizin ortaya koyduğu kavramlar, kendileri göz önünde tutuldukları sırada ölümsüzdürler. Bir ruh durumunu ayırıp incelediğimde onu ise öyle kaldığını tahmin ederim; onda değişiklik bulsaydım başka ardışık durumların olduğunu düşünürdüm. Ancak bunların her birini de değişmez farz edebileceğim unsurlar olarak kabul edebilirim. İşte bilimin sağlam temeli buradadır.
Ancak hafızasız bilinç yoktur. Geçmiş anlar yeniye katılacağına göre, değişmeyen bir durum yoktur. Süre budur.
Analiz ettiğim ruh durumunu süreden çekip çıkartsam bile bu ruh durumu bir zaman kaplar.
Süreden –adeta – kesip çıkarttığım aralık zamandır.
Analiz devimsiz üzerinde iş görüş; sezgi ise sürede yer alır. Sezi ile analiz burada ayrılır. Gerçek yaşanılmış olan somut değişimdir ve böylelikle fark edilip anlaşılır. Unsur ise değişmez olmasıyla… Unsur bir şemadır, bir yeni baştan inşadır.
Ancak analizin bu şemaları gerçeği yeni baştan oluşturmaz. Analizden seziye değil, seziden analize geçilebilir.
Değişebilirlik açısından: isteğimce yaptığım değişiklikleri ucuca getirsem de değişebilirliği oluşturamam. Çünkü onlar değişebilirliğin bölümleri değil unsurlarıdır.
Bir devim olan geçişin, devimsiz olan duruşla ortaklaşa hiçbir şeyi yoktur.
Her zaman, devimsizlikten çıkarak devingenliğe ulaşacağımızı sanırız. Duruşlar devimden önce değildir oysa. Devimden ise yavaşlamaya ve devimsizliğe kolayca geçilebilir.
Zorunlu olarak kendimizi devimsizliğe yerleştiririz, buradan alacağımız bir tutamak noktasıyla devimliliği yeniden kuracağımıza inanırız. Böylece gerçeğin bir taklidini yaparız; ancak bu taklit, sezginin vereceği gerçeğin kendisinden daha çok işe yarar hayatta.
Metafizik, kavramlardan gerçekliğe değil gerçeklikten kavramlara varmaya çalışan bir çabadır.
Metafizik, sezgi ile iş görür; sezginin konusu sürenin devingenliğidir; sürenin özü ise ruhtandır.
Süreyi anlar çokluğu olarak alırsak, en kısa sürede bile sayısız an vardır. Süreyi teklik olarak ele almam da yetersizdir.
Dışta, buna rağmen de zihnimiz de doğrudan doğruya verili bir gerçek vardır.
Bu gerçeklik devingenliktir.
Sağlam dayanak noktaları arayan zihnimizin hayatın her günkü akışında başlıca görevi birtakım durumları ve şeyleri göstermektedir. Zihnimiz, devinimin fotoğrafını çekerek birtakım duyumlar ve fikirler elde eder. Süreklinin yerine süreksizi, değişimin yerine sabit noktayı koyar. Bütün bunlar, sağduyuya, dile, pratik hayata, bilime zorunludur.
Devingen gerçeklikten, zekâmız, bir takım sabit kavramlar çekip çıkartabilir; fakat gerçekliğin devingenliğini yeni baştan kurmak mümkün değildir.
Kendi bilgimizin gerçekliği hakkında verilmiş olan kanıtlar, kaynaktan gelme bir aksaklıkta kusurludurlar; gerçekliğe ulaşmak için kavramlardan işe başlanması gerektiğini savunurlar.
Ancak zihnimiz ters yönü de takip edebilir. Felsefe yapmak, düşünce işinin alışılmış doğrultusunu tersine çevirmekten ibarettir.
Bu tersine çevirme işi yöntemli olarak hiç yapılmamıştır. Ancak insan düşüncesinin başarısının kaynağında bu vardır. Metafiziğin konularından biri keyfiyet farklılaşmaları ve tamamlamaları yapmaktır.
Bilimin temeli aslında sezgidir; ancak o, sağlam dayanak noktaları sağlayabilmek için bir anlatma ve açıklama yolu da bulmak zorundadır.
Devingene yerleşen ve nesnenin kendisini kavrayan sezgi bilgisi değil; devingene tespit edici olarak giden, hali hazırda var bulunan kavramlar aracılığı ile elde edilen sembollü bilgi görelidir.
Bilim ve metafizik, sezgide tekrardan birbirlerine kavuşurlar. Sezgiye dayanan bir felsefe bunu başarabilir. Metafiziğe daha çok bilim, bilime daha çok metafizik dayanır. Böylece bilimlerde bireysel dehalarca zaman zaman elde edilmiş olan sezgilerin sürekliliği sağlanabilir.
Değişmezde devinenden daha fazla bir şey olduğu görüşü doğru değildir.
Tersine, çağdaş bilim devimliliği bağımsız gerçeklik diye kabul ettiğinde başlamıştır.
Sürenin sezilişini elde eden insan, buna karşılık olmak üzere kalıplaşmış, seçik ve devimsiz kavramlar oluşturur. Doğaya uygun olan insan düşüncesine de bu gereklidir. Ancak felsefe, bunu aşmaya çabalamalıdır.
Bilimlerin sembolleştirme özelliği ile doğudan sezgi dolayında çok geniş bir çaba yaptığı analiz arasında bir fark yapılmaz oldu. Böylece bütün bilgilerimizin göreliliği düşüncenin yolu açıldı.
Çağdaş felsefe… Eski çağ düşüncesinin ters yönünde yürümeye doğru yönelmektir: ruhu ideanın üstünde bırakıyor –ruh: hayat tasası, idea: kolay kavranılma güveni
Metafiziğin –bilime karşıt olarak –başlıca varoluş koşulunun sembollerle ilgiyi kesmek olduğu sanılmıştır. Ancak yine de tespit, bölme ve yeniden kurma işi devam etmiştir.
Sezgi bir kez edinildi mi onu açıklamak için söyleyecek pek çok şey olur. Fakat bunlar hiçbir zaman yeterli olmaz; hiçbir zaman her şey söylenemeyecektir. Gözlemlenen olgular sezginin hamurudurlar. Çağdaş felsefenin üstatları, zamanlarının biliminin sunduğu bütün bilgileri özümsemiş insanlardı. Bir başka deyişle metafizik sezgisi madde ile ilgili bilgilerin zoru oluşacaktır; ancak bunların özetinden ya da terkibinden farklı bir şey olacaktır. Bu metafizik, tüm deneydir.
Her filozof gibi Bergson’un amacı da bilgi alanın da mutlak alanı yakalamak. Bu mutlak kişiye ya da zamana göre, sisteme de ya da bakış açısına göre değişmeyendir. “Mutlak” ın elde edilişi ise ancak metafizik ile olur. Metafizik ise sezgiyi kullanır. Dolayısı ile “ mutlak olana” ancak, sezgi ile ulaşabiliriz.
Mutlağın yolunun sezgiden geçmesine karşın, Bergson’a göre bir bilgi edinme yöntemi daha vardır: analiz. Analiz, olmadan sezgiyi elde edemeyiz. Analiz, sezginin hamurunu hazırlar. Analiz, nesneye farklı açılardan yaklaşır ve baktığı her açıdan o nesneye bir etiket yapıştırır. Daha sonra bunları birleştirerek nesnenin bütününün kuşatıcı bir bilgisini elde edeceğini düşünür. Oysa bakış açılarının sonsuzluğu bu olanağı kaldırır ve bu yolla elde edilen bilgilerin göreli olması sonucunu getirir. Bir tarafta nesne dururken onun karşısında –belirli bir mesafe de – o nesnenin çok kötü bir kopyası duracaktır.
Bu kopya bir sembol olacaktır. Semboller, genelleme ve soyutlamalar ile elde edilir; oysa bu, o nesneyi yansıtmayabilir ve yansıtmaz da. Her genelleme bir sınırlamadır. Dolayısı ile analiz, nesneyi, sınırlama yolu ile kuşatma çabasındadır. Sınırlamalar ise sonsuzcasına çoktur. İşte bilim böyle çalışır.
Bilimin karşıtı olarak Metafizik ise sezgi ile mutlağı yakalamak, nesneyi kavramak, kuşatmak ister. Sezgi, nesneyi, bütünlüğü ve akıp-gidişi içerisinde kavrar. Belirli bir noktadan bakmaz, orada mesafe bırakmaz. Bunun yerine doğrudan doğruya “tek” nesnenin içine girer. Dolayısı ile sezgi basittir de. Bütünün bilgisine onun parçalarında ulaşmaya çalışmaz, onun içine, iç devingenliğine, süresine girip yerleşir.
Filozofların yaptığı şey sezgilerini anlatabilmek çabasıdır. Ancak bu mümkün değildir. Çünkü sezgimizi sembollere döktüğümüzde hep ondan bir şeyler yitip gider. Filozof, sezgisini anlatabilmek için çok söz etmek zorundadır. Bütün bu çabaları ile mutlak olana –sezgisine – yaklaşır, ama onu kavramlarla ifade edemez.
Metafizik kavramdan gerçeğe değil; gerçek olandan kavrama varmaya çalışır. Kavramlardan yola çıkarak gerçekliği kavrayamayız; çünkü gerçeklik kavramlara sığmaz; gerçeklik akıp gitmektedir, kavramlar ise bu akıp gidişin belirli kesitlerine bakılarak oluşturulmuştur. Dolayısı ile kavramlar bir başka “gerçeklik” te tez ve anti tez vardır ancak bağdaşmazlar; çünkü kavramlar yolu ile bir nesne yapılamaz. Oysa sezgi, bir sürüp gidiş olduğu için kavramlar da dile gelen tez ve antitezi kavrayacağı gibi onun uzlaşımını da gerçeklik düzleminde elde edecektir.
Bergson’un metafiziği aslında bir deneyciliktir. Sezgi bire bir olan bir deneyimdir. Onun deneyciliği artık bir “ öz deneyciliği “dir. Ancak deneyim yeterli değildir, bütünün sezgisini bu deneyimlerde elde etmek gerekir.
İşte bu noktada bilim ile metafizik birleşir. Bu ikisini birleştirebilenler ancak dahiler olmuştur. Şimdi Bergson, bu işi sistemli bir biçimde yapıp, bunu dâhilerin tekelinden kurtarmak ister. Bu noktada denebilir ki metafizik için bilim zorunludur. Bütün filozoflar (metafizikçiler, sezgiyi kullananlar) çağlarının bilimlerini çok iyi bilen insanlardır. Ancak burada önemli olan her şeyi bilmek değil bunların tümünden bir sezgi elde edebilmektedir. Filozoflar bunu yaparlar.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Batı Felsefesi

Batı felsefesi denince genellikle Yunan’dan başlanıyor. Ama aslında Hint, Mezopotamya, İran (Pers) (Zerdüşt’ün iyi ve kötünün mücadelesi) ve Yunan düşünce sistemleri olmak üzere dört adet ana düşünme geleneği var. Ancak felsefe diyebileceğimiz düşünce sistemi Anadolu’da Antik Yunan döneminde ortaya çıkmıştır. Çünkü Yunan döneminde söylemler dini olguların dışına çıkmıştır.

İlk dönem söylemleri MİTOS ve EPOS, yani sanatlı söz şeklindeyken sonradan LOGOS yani anlamlı, mantıklı, akıl süzgecinden geçen sözle karşılaşırız. İlk döneme örnek Homeros ve Hesiodos verilebilir. İkinci dönemin başlangıcı ise Anaximandros’dur.
Antik Yunan Felsefesinin ilk dönemi daha doğa felsefesi çalışmaları ile bilinir. Bu dönemde ilk madde yani arkhe tartışmaları yapılmıştır. Şimdi kısaca önemli filozofların düşüncelerini özetleyelim:

Thales (MÖ 624 – 547)
Thales’ten günümüze kalan herhangi bir yazılı eser yoktur. Düşünceleri ile ilgili bilgileri diğer filozoflardan ve yorumcularından alıyoruz. Thales o zamanlar bir İon kolonisi olan bugünkü Söke-Milas yolu üzerindeki Balat köyü yakınlarına düşen Miletos kentinde yaşamıştır.
Thales’e göre hiçten hiçbirşey meydana gelmez. Evrenin ana maddesi ya da ilk maddesi SU’dur. Çevremizde gördüğümüz her şey SU’ dan yani sıvı olandan türemiştir. “Herşey sudan türer ve yine suya döner, düz bir tepsi olan dünya sonsuz okyanusta yüzer.”

Anaximandros (MÖ 610 – 547)
Thales’in ardılı bir başka Miletos’lu filizoftur. Anaximandros’un “Doğa Üzerine” adlı kitabı EPOS’tan LOGOS’a geçişin ilk örneği sayılır. Anaximandros felsefeye iki yeni kavram getirmiştir: kosmos ve Apeiron. Kosmos düzen demektir. Evren tıpkı bir elmas gibi işlenmiş bir kozmosdur. Görünenlerin ötesinde değişmeden kalan ve her şeyi oluşturan ise Apeiron’dur. Apeiron soyut bir kavram olmakla birlikte tüm evreni oluşturan sınırsız ve sonsuz bir maddedir.

Anaximenes (MÖ 550-480)
Miletos okulunun üçüncü temsilcisidir ve o da arkhe, ilk madde, üzerine düşünceler ürtetmiştir.
Anaximenes’e göre arkhe HAVA’dır. Nasıl ki hava, yani soluk olan ruhumuz bizim bedenimizi birarada tutuyorsa, kosmosu da böyle bir hava sarar.

Pithagoras (MÖ 580 – 500)
Aslen Samos (Sisam) adası kökenlidir. Sonradan Güney İtalya’nın zengin bir liman kenti olan Crotona’ya göç etmiştir. Klasik Mısır ve Babil kâhinlerinden 34 yıl boyunca eğitim aldığı söylenir. Mısır'da Osiris dinine bağlı aldığı eğitim ve daha sonra Mısır'ın Babil tarafından işgali ile gittiği matematik ülkesi Byblonya'da aldığı eğitimle matematiğin kutsallığına inanan Pisagor düşüncesindeki sayıların önemi de buradan gelir. Eski Mısır'daki kâhinlerin ve Babil rahiplerinin ayinlerini müzikle gerçekleşmesi ve müzik formatının matematiksel işlemlerle doküman edilmesi ile müzik Pisagor felsefesinde önemli bir yer edindi. Notalara paralel olarak sayıların da belirli bir düzene bağlı olduğunu savunan Pisagor 1'i tanrısal olarak yorumlarken 10 sayısının tanrısal olanla hiçliğin mükemmel birliği ifade ettiğini savunmuştur. Pisagor öğretisi evrende her şeyin bir sayı ile (özellikle tam sayı) özleştiğini öne sürer. 5 rengin, 6 soğuğun, 7 sağlığın, 8 aşkın nedenidir. Düzgün geometrik şekiller de Pisagorculukta önemlidir. Pisagor müzik ile de uğraştı. Telin kısalmasıyla, çıkardığı sesin inceldiğini keşfetti. İki telden birinin uzunluğu diğerinin iki katıysa, kısa telin çıkardığı ses uzun telin çıkardığı sesin bir oktav üstünde olduğunu gördü. Eğer tellerin uzunluklarının oranı 3'ün 2'ye oranı gibiyse, iki telin çıkardığı sesler beşli aralıklı idi. Bu nedenle örneğin bağlamada parmağımızı tellerden birinin ortasına bastığımız zaman, teli titreştirirsek çıkacak olan ses, tel boş titreşirken çıkacak sesin bir oktav üstünde olacaktır. Benzer şekilde eğer parmağımız teli uzunluk 2/3 oranında bölen noktadaysa, telin boş durumuna oranla bir beşli aralık yukarda ses çıkacaktır.
Ksanefones (MÖ 570 – 475)Şimdiki Değirmendere olan Kolophon’da doğmuştur. Ksenofanes, tanrıların insan gibi düşünülmesine (antropomorfizm) karşı çıkmış; politeizmi (çok tanrıcılığı) ve orfik kültünün bir öğretisi olan ruh göçünü kabul etmemiştir. Ksenofanes, sonradan Elea okulunun kurucusu olan Parmenides'in hocalığını yapmıştır. 2000 dizelik "Kolophon'un Kurtuluşu" adlı bir şiiri vardır.
Daha çok ahlakçı olarak bilinir. Tanrının insan görünümlü olmadığını, değişmez olduğunu, her zaman her yerde olduğunu savunmuştur.

Herakleitos (MÖ 540-480)
Herakleitos, Miletos’lu üç filozofa komşu olan ve yine bir İon kolonisi olan Efes’lidir. Herakleitos’un felsefeye getirdiği en büyük yenilik, değişimin sürekliliğidir. Herkalitos’a göre aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, çünkü hem sular akıp gitmiş hem de biz değişmişizdir. Bu nedenle değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.
Arkhe ise ATEŞ’tir. Farklı yoğunluklardaki ateş suya, havaya ve toprağa dönüşür. Maddenin başlangıcı ve sonu yoktur. Hiçbir şey yokken var olmaz, varken yok olmaz.

Parmenides (MÖ 600? – 500?)İtalya’da, Elea’da kendi okulunu kurmuştur. En önemli özelliği mantığın kurucusu olmasıdır. Temel olarak Herakleitos’a yani harekete karşıdır. Ona göre var olan vardır ve her şey bir olandan ortaya çıkmıştır. Gerçeklik, yani Varlık, mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur.

Ela’lı Zenon
Ela’lıdır. Aynı mantık geleneği ile hareket kuramı ile sonsuz küçük ve sonsuz büyük kavramlarını eleştirir. Çünkü Parmenides gibi her şeyin durağan olduğunu savunur. Aristotales, diyalektiğin babası olarak Herakleitos'u değil Elealı Zenon'u gösterir. Zenon'un diyalektiği bir tür özdeşlik düşüncesine dayanır. Zenon, diyalektik yöntemi kullanarak hareketin olanaksızlığı gösterir bir dizi paradoksla. Ona göre evrende görülen çokluk ve çeşitlilik yanıltıcıdır, tıpkı hareketin yanıltıcı bir görünüm olması gibi.
(Hareket halindeki ok aslında hareketsizdir ve Aşil, yarışmakta olduğu kaplumbağaya önceden verdiği zaman nedeniyle asla yetişemeyecektir.)

Leukippos (MÖ 500-440)
Yine bir İon kolonisi olan Abdera bölgesindendir. Abdera Trakya’da, İskeçe yakınlarındaki Melos ( Karasu) çayının denize döküldüğü yerde kurulmuş olan bir İon kolonisidir. Aslen Miletos’lu olan Leukippos, Abdera’ya yerleşerek burada kendi sistemini oluşturmuştur.
Felsefeye üç yeni kavram getirmiştir: mutlak boşluk, bu boşlukta devinen atomlar ve Mekanik zorunluluk. Ona göre “ Herşey bir nedene dayanır ve herşeyin zorunlu bir nedeni vardır.”

Demokritos (MÖ 460 -370)
Aslen Teos’lu olup Abdera’da yaşamış ve orada kendi sistemini oluşturmuştur. Atomcu olarak bilinir. Kendiden öncekiler gibi maddecidir. Ona göre de varolan meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmezdir.Evrendeki herşey, artık bölünemeyecek kadar küçük olan atomlardan oluşmaktadır. Atom, kelime anlamı olarak bölünemeyen demektir. Evrendeki herşey, tanrılar ve ruhlar bile Atomlardan oluşur. Bu anlamıyla çokçu bir filozoftur.

Empodekles (MÖ 490 – 430)İonya dışından, Sicilya’ın Akragas kentindendir. Empedokles, kendinden önceki İonya filzoflarının ortaya attığı Ateş, Su ve Hava maddelerine Toprak’ı da katmıştır. Böylece ilk kez dört ana elementten söz etmiştir. Ancak bu kez de yeni bir sorun ortaya çıkmıştır: Dört ana element’i birleştiren ya da ayrıran güç nedir? Ona göre bu sevgi ve nefrettir. Evrendeki bütün devinim bu iki zıt kuvvet arasındaki çekişmeden oluşur.

Anaxagoras (MÖ 500 - 428)İonyalı olan Anaxagoras, şimdiki Urla ilçesinin Kilizman beldesi olan Klozamenai beldesinde doğmuştur. Ama Atina’da yaşamıştır; böylece Atina’da felsefe dünyasına girmiştir. Dinci çevrelerin tepkisi nedeniyle Atina yargılanmış ve kaçmak zorunda kalmıştır. Bugünkü Lapseki bölgesi olan Lampaksos’a yerleşmiş ve orada okulunu kurmuştur. Anaxagoras’a göre hareket ettirici neden sevgi ve nefret değil, Nous’tur. Nous, ruh ve akıldır.

Protogoras
Sokrates öncesi dönemin son filozofudur. Sofist olarak bilinir. Mutlakat hakikat olamaz, olsa bile bilinemez. Ne kadar filozof varsa o kadar görüş vardır. Deyimi ile algının önemini vurgular.
5 YY da Perslerin Batı Anadolu’yu işgali ile başlayan uzun savaşları Atina, diğer kolonilerin de desteği ile kazanıyor. Bunun sonucu olarak da hızlı bir zenginleşme ve yükseliş dönemi başlıyor. Ancak bu dönem Dor’ları temsil eden Spartalı’lar 30 yıllık bir savaş ardından yenildi.
Bu dönemden itibaren insanla ilgili olan sorular çoğalıyor. Ahlak felsefesi, siyaset felsefesi gibi felsefeler ortaya çıkıyor.

Sokrates (MÖ. 470 – 399)
Atina’nın çöküş döneminde generalleri savunduğu ve gençlere dini açıdan kötü örnek olduğu için yargılanıp ölüme mahkum ediliyor.
Sokrates’in kendisinin yazdığı herhangi bir metin yoktur.

Aristippos (MÖ. 435 – 386)
Kirene okulunun kurucusu olarak bilinir. Eserlerinden hiçbiri günümüze ulaşmamış olan filozof, acıdan kaçınan ve akla ya da ölçülülüğe dayalı doğrudan hazzı temele alan bir ahlak öğretisi geliştirmiştir. Kynikler'in 'dünyaya sırtını dönen bilgin'ine karşı Aristippos, 'dünyadan akıllıca tat almayı bilen bilgin' görüşünü temsil eder.

Antistenes (MÖ. 444 – 365)Önce sofist filozof Gorgias'ın ve ardından da Sokrates'in öğrencisi olmuştur. Sokrates'ten sonra okulunu kurmuş ve felsefesinin örnek kişisi olarak Sokrates'i referans almıştır.Köpeksi anlamında olduğu belirtilen Kyon sözünden türetilmiş Kinik okulunun kurucusudur ve bu akımın önemli açılımlarını yapmıştır.
Antisthenes'e göre önemli olan erdemdir ve erdemde bilgelikle elde edilebilen kendine yeterlilik durumudur. İnsan her tür gereksinimden kendini kurtararak, yalnızca kendi kendine dayanarak var olabilmelidir, özgürlük bu anlamda gereksinimlerden kurtulmak, toplumsal bağları aşabilmektir. Antistenes'in felsefi düşünceleri bu anlamda uygarlık değerlerinin eleştirisini ve yadsınmasını içerir.
Yaşamın amacı mutluluktur (endaimonia) ve buna ancak erdemle ulaşılabilir. Erdem ise bilgeliktir, yani kişinin kendine yeterliliği ile. Bu anlamda erdem ruhun özgürlüğüdür ya da ruhsal özgürlüktür. Sağlık, güzellik, şan, ün, şeref, namus, vb. şeyler şüpheyle karşılanması gereken, kuruntu ve yapmacık şeylerdir; kinik düşüncede olsa olsa bunların karşıtlarım bir değer ifade eder. İhtiyaçsızlık, adsızlık, mülksüzlük, bilinen toplumsal ahlaki kodlardan yoksunluk, gerçek anlamda insanın kendine yeterliliği ve özgürlüğünü sağlar. Bu değer eleştirisinde Antisthenes hazcı bir eğilime sahip değildir, aksine hazcılığa sert bir tepki gösterir. Haz, insanın köleleşmesinin sebebidir çünkü. Mutluluk amacı için, erdemin kendi başına fazlasıyla yeterli olduğunu ve başka hiçbir şeye gerek bulunmadığını savunan Antisthenes'e göre, erdem arzunun yokluğu, isteklerden bağımsızlıktır. Doğrudan doğruya yaşamın korunmasına ve sürdürülmesine yaramayan her şeyi kinik filozoflar redderler, daha dogrusu bunlara karşı aldırışsızlık gösterirler. Bu tutum onları uygarlık karşıtlığına götürmüştür. Bilinen ahlaka, toplumsal değerlere, dine, aileye ve devlete karşı kayıtsız kalırlar ya da bunları yadsırlar. Antisthenes, devletin kensisiyle hiç ilişkisi olsun istemez.
Bu okulun bir diğer kurucusu da Sinop’lu Diogenes’tir.

Platon (MÖ. 427 – 347)çok önemli bir Antik Yunan filozofu. Hayatını geçirdiği Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles'di. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca "Platon" (geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı.Sofistler ile büyük mücadelesi vardır. İdea kuramını oluşturmuştur. Örneğin bir daire çizebilirsiniz, sonra bu daireyi sildiğinizde daire fikri yok olmaz. Duygularımız ile algıladığımız her şey gerçekliğin yansımalarıdır. Mükemmel olan tektir, ideadır.
Aristoteles (MÖ. 384 – 322)
Makedonyalıdır. Onunla birlikte artık doğa felsefesi dönemi başlar. Aristoteles iyi bir gözlemci ve sınıflamacıdır. Aynı zamanda bir felsefe tarihçisidir. Duyularla algıladığımız nesnelerin özelliklerine güvenir.
17 yaşında Platon'un Atina'daki akademisine (Akademeia) girmesiyle Platon'un en parlak çömezlerinden biri olur.
Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u, ya da diğer adıyla Peripatos 'u (öğrencileriyle içinde dolaşarak tartıştıkları bir tür çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri) kurar.

ORTAÇAĞ FELSEFESİİlkçağ felsefesinin bitişinden Rönesans dönemine kadar MS 200 – 1500 yılları arasındaki dönemdir.
Geleneksel olarak Batı’da Latince ifade edilen Hristiyan felsefesi, Doğuda Arapça olarak ifade edilen İslam felsefesi, Yahudi dünyasında İbranice ifade edilen Yahudi felsefesi ve Grekçe ifade edilen Yunan felsefesi vardır.
Dönemin özellikleri kendine özgüdür. Aslında yaygın olarak ifade edildiği gibi karanlık bir dönem değildir. İlk görüşe göre erdem gerçekten erdem olduğu için değil tanrı buyruğu olduğu için erdemdir denmiş ve kapıları özgürlüklere kapatmıştır.
Diğer görüşe göre ise batı düşünce sisteminin temeli olduğu için inkar edilmez.
Bu dönemde egemen olan Hristiyan dinidir. Hristiyan dini kendini açıklama anlatma çabası için çeşitli felsefeleri kullanır bu dönemde. Bazıları bu döneme Hristiyanlaştırılmış Antik Çağ felsefesi de der.
İki ana döneme ayrılır: Patristik felsefe ve Skolastik Felsefe dönemi. Birinci dönem Platoncu Hristiyan tanrıbilim evresi, ikincisine ise Aristotelesçi Hristiyan tanrıbilim evresi denebilir.

PATRİSTİK FELSEFE
Patristik Felsefe Yeni Platonculuktan yararlanarak Hıristiyanlık öğretisini temellendirme ve yapılan saldırılara karşı koyma yaklaşımıydı.
İlkçağ Felsefesi ile ortaçağ arasında bir nevi köprü oluşturan bir düşünceydi.
Bu düşünceler daha sonraki dönem Hıristiyan Düşünürlere kaynaklık etti.
Patristik Felsefenin en önemli iki temsilcisi; İskenderiyeli Klement ve Origen idi.
Daha sonra St. Augustinus etkili oldu. O, ortaçağ batı felsefesinin temellerini attı.

Klemens (MS 150- 210)İskenderiyelidir. Yunan felsefe geleneğini Hristiyan düşünesi ile birleştirmeye çalışmıştır. Bir tür Hristiyan Platonizmini geliştirmiştir.

Tertulian (MS 160 – 222)İlk dönem Hıristiyan yazar ve düşünürlerinden olan Tertullian (160-220)’a göre, akıl ve imanın ortak bir yönü yoktur. İnanılan şeyler, aslında “imkansız” olan şeylerdir. İmanda paradoks eksik olmaz; paradoks bulunmazsa, orada zaten iman da bulunmaz. Bu yüzden, aklın ortaya koyacağı hiçbir iddiayı mümin dikkate almaz ve önemse¬mez. Tertullian’ın “saçma olduğu halde değil, bilakis saçma olduğu için inanıyorum” şeklindeki meşhur sözü, hem kendi anlayışını, hem de radikal imancılığı açık ve net bir biçimde anlatmaya yeterlidir.


Origenes (MS 185 – 254)Yunan dünyasının Doğu bölümünde yetişmiş olan Origenes İskenderiye'de Clemens'in okulunda görev almıştır. Hıristiyanlığın ilk dönemi için çok önemli ve karakteristik bir düşünürdür. Ammonios Sakkas'ın öğrencisi olan Origenes'in karakteristik yanı, Hıristiyanlık ile Yeni Platonculuk arasında biryerlerde olmasıdır. Nitekim bu "kararsızlığı" kendisini Kilise ile anlaşmazlığa düşürmüş ve sonunda Hıristiyan cemaatinden kovulmasına neden olmuştur.
Yeni Platonculuk ile Hıristiyanlık arasında başlıca farklardan birini, "Tanrı anlayışı" oluşturur. Hıristiyanlık Tanrı anlayışını Yahudilikten almıştır, yani Tanrı, Hıristiyanlığa göre de, evreni yoktan yaratmış olan bir "Yaratıcı "dır. Oysa Yeni Platonculuk evreni Tanrı’nın bir görüntüsü olarak düşünür. Evren, ışığın güneşten çıkıp yayılması gibi, "kutsal anlamın bir yayılması"dır. Origenes de Tanrı anlayışında daha çok Yeni Platonculuğa yakındır.

Hıristiyanlık ile Yeni Platonculuk bir de "Tanrı ve insan" ilişkisi konusunda farklı düşünürler. Hıristiyanlığa göre insan Tanrı’nın "yarattığı" bir yaratıktır ve bundan dolayı Tanrı ile insan arasında yaratan ve yaratılan ilişkisi geçerlidir. Bu nedenle ikisinin arasında "aşılamaz bir uçurum" bulunur. Oysa Yeni Platonculuk için insan, Tanrı’nın bir görünüşüdür. İnsan kendinden geçme durumunda yeniden Tanrı ile "birleşme" imkanına sahip olur, ancak bu kendinden geçmenin kutsal anlamda olması şarttır.

Augustinus (MS 254 – 430)Augustinus, bir doğru vardır ve bunun elde edilebileceginden şüphe edilemez şeklinde ifade edilebilecek düşünceyle hareket eder ve ünlü formülü "Şüphe ediyorum, demek ki varım" sonucuna ulaşır.Bunun yanı sıra Tanrı'nın varlığı öncesiz ve sonrasız bir varlıktır.Her bilgi Tanrı'nın varlığının kanıtı olan zaman dışı doğruluğun aranmasıdır.

SKOLASTİK FELSEFESkolastik felsefe, genel olarak bir öğreti durumuna gelmiş olan Hıristiyan inancının temellendirilmesi ve sistematikleştirilmesi girişiminden doğmuş olarak kabul edilir.Bu anlamda Patristik felsefenin devamı niteliğindedir. Bir başka açıdan Ortaçağ felsefesi denildiğinde akla gelen Skoilastik felsefedir.
Skolastik felsefenin ana yönelimi Aristotales'e yönelmiş olması tarafından belirlenir.Patristik felsefede görülen dinsel ağırlıklı Platonizmden ayrılmak üzere, skolastik felsefede bilgi ağırlıklı bir Aristotelizm öne çıkar.
Skolastik felsefenin yönelimi rasyonel düşünceyi inanca uygulamak, vahiye akıl aracılığıyla bir kavranılırlık getirmek, inanca akıldan gelen saldırıları yine akıl aracılığıyla engelemeye çalışmaktır."Anlamak için inanıyorum" düsturu bir anlamda Skolastik felsefenin nihai konumunu göstermektedir
Tek bir geçerli doğruluk vardır ve bu nedenle de yalnızca tek bir doğru bilgi sistemi olabilir.
Etik anlamda ise skolastik felsefe hem emredici bir ahlakı hem de bir değer ahlakını geliştirmiştir diyebiliriz.İyi bir değerdir ve Tanrı iyinin tamamıdır, bu nedenle kişi, bu değere yani "en yüksek iyi"ye ulaşmaya çalışmalıdır

Anselmus (MS 1033 – 1109)
İnanmak için, anlamaya çalışıyorum" değil de "Anlamak için inanıyorum" tavrının başlatıcısı olan ve inanç - akıl ilişkisi söz konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye öncelik verir.
Ontolojik tanrı kanıtlamasıyla bilinir. Tanrının varlığının kanıtı, bizzat tanrı kavramının kendisinde mevcuttur, başka bir açıdan tanrı'nın varlığı bizzat tanrı kavramının kendi içerimleri aracılığıyla kanıtlanabilirdir. Ontolojik kanıtı öne sürenler, Tanrı'nın kavramsal bir zorunlulukla en yetkin varlığı belirttiğinden hareket ederler; böylece, eğer tanrı varolmasaydı, en yetkin varlık olmasının sözkonusu olamayacağını belirtirler. Varlık yüklemine sahip olmakasızın, tanrının en yetkin iyi olması sözkonusu olamaz. Buradan çıkan sonuç, eğer tanımı gereği tanrı en yetkin varlıksa, varolduğunun kanıtı bizzat burada ortaya çıkmaktadır.

Petrus Abeleradus (MS 1079 – 1142)Niyetle eylemi ayırt etmek gerektiğini söyler. İnsan yaşamındaki her şeyin kötü gibi gösterilmesine karşı çıkar. Kitapları yakılmış ve aforoz edilmiştir.
Albertus Magnus
İnanç ve vahiy yoluyla kazanılan bilgiyi birbirinden ayırmış ve bu ikisinin birbirine karşıt olmadığını söyleyerek inanç için bir hakikat, akıl için de ona çelişik bir hakikat bulunmadğını iddia etmiştir.

Thomas Aquinas (MS 1225 – 1274)Birçok bakımdan özgün bir düşünür olan Aquinas'ın felsefesi önemli ölçüde Aristoteles'in metafiziğine dayanır. Ortaçağ Hıristiyan felsefesinin doruk noktasını gösteren Thomas, öncelikle metafizikle teoloji, akılla inanç ya da arasında bir ayrım yapmıştır. Buna göre, yalnızca doğal aklın ışığına dayanan, inancın doğaüstü ışığı olmadan, salt insan aklı yoluyla bilinen ilkeleri kullanan metafizikte, filozof duyusal varlıklardan, deneyin dünyasından hareket edip, akıl yoluyla Tanrı'ya yükselir. Buna karşın, aklı kullanmakla birlikte, lkelerini inanç ya da otorite temeli üzerinde kabul eden teolojide, Thomas'a göre, kendisini vahiy yoluyla gösteren Tanrı'dan yola çıkılır ve yaratıklarına geçilir.

Ockaham’lı William (MS 1285 – 1347)
Skolastik felsefenin son dönemlerinin en ünlü filozofudur. Bir Fransız rahibi olan William, Skolastik dönemde ilk belirtileri Roscelinus’ta görülen nominalizmin önde gelen temsilcisiydi.
Ona göre; tümeller, gerçek bir varoluşa sahip değil, yapma şeylerdi. Ancak soyut düşüncenin ürünü olarak ve bilmsel çalışma içinde ortaya çıkabilirlerdi. Çokluğun ortak olan yanı değil, onlara yüklenebilir olan isimlerdi. Bilim, geneli değil, özeli, tekil olan varlığı incelemelidir. Çünkü yalnızca tekil varlıkların bir gerçekliği vardır. Şeyler, ilk baştan beri birey olarak vardırlar.

Ockhamlı William, amprik bir bilgi anlayışına sahipti. Ona göre deney, her türlü bilginin temelidir. Özel, bireysel varlıklarla, olayların varoluşunu, yalnız deney ve duyulara dayanan bilgi ile bilebiliriz. Bunun için, önermeleri deneyde kontrol edileyemeyen bir rasyonel teolojinin, ya da ruhun ölümsüzlüğünü tanıtlamak isteyen -nesnesi gözlenemeyen- bir psikoljinin olmayacağı da aşikârdır. Dolayısıyla Tanrı’nın birliği, sonsuzluğu, hatta varlığı dahi dahi kesin olarak tanıtlanmaz. Bu gibi bilgiler ancak inancın konusu olabilirler ve ancak inanılarak kabul edilebilirler. Bunlar ne tanıtlanabilirler, ne de tanıtlamakta ilke alarak kullanılabilirler. Bu anlayışla o, inanç ve bilgiyi kesin çizgilirle birbirinden ayırır.

Roger Bacon (MS 1220 – 1292)
"Deneysel bilim" yolunda çaba harcamış olan Bacon, çağdaş bilimin deneysel yaklaşımının tarihsel bakımdan erken olgunlaşmış bir temsilcisi olarak kabul edilir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde duran Bacon, otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu söylemiştir.

Pierre Teilhard de Chardin (1881 – 1955)

Pierre Teilhard de Chardin (1881 – 1955)

• Jeolog
• Paleontoolog
• Filozof
• Papaz

Chardin’in düşüncelerinin ve hatta bilimsel çalışmalarının çerçevesini Onun Cizvit kökeni önemli ölçüde belirlemiştir. O nedenle önce bu kavramı biraz daha açmak istiyorum.

Cizvit kelimesi aslen Jesuit adından Türkçeleşmiştir. Jesuit Roma Katolik Kilisesine bağlı bir tarikattır. Kurucusu Bask’lı Aziz Ignatius Loyala’dır. Bugün 112 ülkede yaklaşık 20,000 cizvit rahibi bulunmaktadır. Misyonerliğin yanı sıra özelikle lise ve üniversite düzeyinde eğitim ile ilgilenmektedirler. Yanı sıra da insan hakları ve sosyal adalet kavramları da ilgi alanlarındadır.

Özellikle Filipinler ve Hindistan’da yoğun faaliyetleri vardır. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde 50’nin üzerinde kolej ve Üniversiteleri bulunmaktadır. Temel öğretileri insanın yaşamı boyunca örnek alacağı kişinin İsa olması, eğitimde mükemmelliğin, yaşam boyu entelektüel ve tinsel gelişimin elde edilmeye çalışması şeklinde özetlenebilir.

Chardin’in en büyük özgünlüğü ve başarısı, evrim olgusu ile Hristiyanlık dinini bağdaştırmaya çalışması olmuştur.

İnsanın tinsel bir birliğe doğru giden zihinsel ve toplumsal bir evrim sürecinde olduğunu ileri sürmüştür.

Bu düşüncelerinden dolayı uzun bir araştırma gezi çalışması sonrası döndüğü Paris’te kitaplarını yayınlamak istediğinde Katolik kilisesi ve Cizvit tarikatı onay vermediği için yayınlayamamıştır. Kitapları ancak 1965 yılından itibaren serbestçe konuşulur ve kabul edilir hale gelmiştir.

Chardin’e göre evren sürekli bir evrim ile oluşuyor. (Big bang, İzafiyet teorisi ve kuantum teorileri ile bu bilgiler daha sonra doğrulanmıştır)

Evrenin bir başlangıcı yoktur.

Evrim merdiven gibi basamak basamak oluşuyor ve artık geriye dönme olanağı da yoktur. Bu merdiven tek yönlüdür ve sürekli olarak ileriye doğru gider. İleriye doğru gidiş gitgide karmaşıklaşır. Kuark – proton – atom – molekül.
Bu kapsamda insanın oluşumu da ilahi bir şekilde değil, maddenin geçirdiği evreler sonucu gerçekleşmiştir.

Evrenin evrimi tamamlanmamış bir süreçtir; bugün bile devam etmektedir. Nasıl biteceği ya da bitip bitmeyeceği bilinmemektedir. Ancak bir mükemmele doğru bir gidiş vardır.

Chardin’e göre evrimin ana aşamaları şöyle sıralanır:

• Kosmogenesis – maddi, canlılık ve aklın olmadığı evrenin oluşumu.
• Noogenesis – insan aklının doğduğu evren
• Humanizasyon – insanlaşma
• Ultra Humanizasyon – üst insanlaşma

Savunduğu ana fikirlere bakacak olursak:

1. İnsan ve doğanın bütünleşmesini savundu.
2. Biyosfer (aklın doğmadığı bölge) ile noosfer’in üneter bir olgu olduğunu ve bu olgunun insan aklı ile doğayı bir bütün olarak gören yeni bir fenomenoloji olduğunu söyledi. Biyosfer’de varolan düşünce kırıntıları evrimleşerek akla dönüşürler ve böylece noosfer’i oluştururlar. Bu yaklaşıma göre en ufak canlı birimlerinde bile akıl vardır, aklın tohumları vardır.
3. Maddenin giderek daha karmaşık bir düzene doğru ilerlemesinin en ucunda bilinç var. (ilk söyleyen Descartes).
4. Ortak düşünce ve sosyalleşme sayesinde insan düşüncesini aşan, insanüstü bir akıl doğacaktır.
5. Kozmos – doğal olarak canlanmak - insanlaşmak – insanüstü olmak ve tinin maddi kalıbından kurtulma eğiliminde olması. İnsan kozmogenesis’in (bütünsel evrimin) ana noktasıdır. Bu düşüncesi ile hritstiyan dini ile evrimi bağdaştırmıştır. İnsan evrenin bilinçsiz bir şekilde evrimleşmesine müdahil olacak ve küresel evrime yardım edecektir. İnsan bu sürecin rotasını çizecek ve kaptanı olacaktır. Bu çerçevede, evrim sürecinin basamaklarının bir hedefe doğru ilerlediğini ve rastlantısal olmadığını, evrimin bir anlamı olduğunu, bu anlamı insanın verdiğini ileri sürmüştür.
6. Evrim sürecinde ilerlenen son nokta OMEGA noktasıdır. Bu nokta bütün evrenin evrimleşmesinin son noktasıdır. Başlangıç noktası ise ALFA’dır. İki nokta arasındaki çizgi bir doğru değildir; başlangıçta evrim son derece yavaştır, sonradan hızlanır, belli bir aşamada OMEGA noktasına ulaşacak mıdır bilinmez, ama sürekli oraya doğru bir gidiş vardır.

Bir Cizvit papazı olduğu ve Hıristiyan dogmaları içinde yetiştiği için evrenin son noktasının (OMEGA) Tanrı – İsa olacağını ileri sürüyor. Oysa evrenin bir son noktasının olup olmadığını bilmek mümkün değildir. Enerji sonsuz olduğuna göre her OMEGA noktası yeni bir ALFA noktası olabilir.


OMEGA noktası aradığımız hakikat noktasıdır. Aksi halde evrenin ve varlığımızın hiçbir anlamı kalmaz.

Noosfer sadece evrenin merkezi değil, aynı zamanda evrimi yönlendiren ve sürdüren merkezin de merkezidir. Chardin’e göre İsa evrimin motorudur. İsa dirildikten sonra kâinatın evrimini üstlenir. Burada Chardin, İsa’yı tanrı ile özdeşleştiriyor. Ama İsa hala bir insandır, bir ilah değildir.

Dinlerdeki gibi bir başlangıç ve son senaryosunu kabul etmez ve bunu bilemeyeceğimizi söyler. Kozmosun hayal edemeyeceğimiz bir cevherden bir kumaştan oluştuğunu söyler; buna “Dünyanın Kumaşı” der. Bu kumaş dinamiktir ve devamlı olarak hareket halindedir.

Evrim süreklidir. Bu sürekliliğin hızı sabit değildir, hızlı ya da yavaş sürer ama asla durmaz, geriye gitmez.

Evrimin iki önemli sıçrama basamağı vardır.
• Yaşam basamağı: canlılığın başlaması.
• Derin düşünce basamağı: insan aklının, kendi kendinin bilincinde olan varlığın ortaya çıkma aşaması.

Her bir alt basamakta her öğenin daha ilkel bir formu vardır.

Dünyanın kumaşında evrenin bütün özelliklerinin bir tohumu vardır. Bu tohum bir ön yaşam bilgisini içinde taşır. Tohumdaki bu bilgi uygun koşulları bulduğunda mutlaka kendini oluşturacaktır. İlk yaşam, ilkel bir tinsellik içerir ve dünyanın etrafını ilkel bir tinsellik sarar ve son evrede insan oluşur ve bilince dönüşür. Buna Noosfer denir.

2 Aralık 2008 Salı

ATEŞ,TOPRAK, HAVA, SU

Çevremizde gördüğümüz, dokunduğumuz herşey maddi olan dünyamızı oluşturur. Madde, çeşitli biçimler altında insan zihninden bağımsız olarak vardır; ezelidir ve ebedidir. İnsanın bedeni ile zihni de bu maddi dünyanın bir parçasıdır; sadece farklılaşmış, farklı biçime bürünmüş, can kazanmış, akıl kazanmış, üretmiş, kendi dışındaki doğa ile mücadele etmiş, kültür oluşturmuş, düşünmüş ve düşünceler ortaya koymuş, araştırmış ve kendi düşünmesi üzerine de düşünmüştür. Tüm bunlar insanı evrendeki diğer maddelerden, varlıklardan, canlılardan ayıran temel farklılıklar olmuştur.

İnsanoğlu, doğayı ve varolanın köklerini araştırmaya başladığından beri etrafında gördüklerinin bir ilk maddesini, ilk yaratıcısını, ilk nedenini arayıp durmuştur. Bu arayışlar onu din olgusuna, felsefeye, bilime, kısacası düşünmeye ve düşünceler üretmeye götürmüştür.

İşte bu arayışların belki de ilk bilimsel yapı taşları ilk elementler anlayışı ile atılmıştır. Eski çağlardaki çeşitli kültürlerin hemen hepsinde ilk ve ana elementler aranmıştır. İnsanlar çevrelerindeki farklı maddelere bakarak bunların arkasında olan ve bunları meydana getiren ilkenin peşine düşmüşlerdir. Çeşitli kültürlere bakarak kısa bir özet yapalım.

Eski Yunan düşüncesine göre dört element Hava, Ateş, Toprak ve Su’dur.
• Hava, nemli ve sıcaktır.
• Ateş, sıcak ve kurudur.
• Toprak, kuru ve soğuktur.
• Su, soğuk ve nemlidir.

Çeşitli düşünürlerce dört element için farklı ilave bazı özellikler belirtilmiş, bazen de ek bazı elementler söz konusu olmuştur.

Yunan düşüncesinin erken dönemlerinde ağırlıklı olan doğa ve evren üzerine olan düşüncelerde evrenin ana maddeleri ve bunların hareketleri sorgulanmıştır. Bu dönemin en önemli düşünürleri Demokritos, Anaxagoras ve Empodekles atomcu düşünürler olarak bilinirler. Bunlara göre evren maddenin en küçük parçaları olan atomların boşluk içinde hareketlerinden meydana gelmiştir.

Çin kültüründe ise dört elemente metal ve tahta eklenmiş, ancak hava dışarıda kalmıştır. Hava’nın yerine ise aslında bir element olmayan qi (ch’i ya da ki) yer almıştır. Qi bir tür güç ya da enerjidir. Çin felsefesinde evren gök ve yer’den oluşmaktadır. Gök qi’den yapılmıştır; yer ise beş elementten. Beş element ise beş gezegeni sembolize eder.

Qi ise, her canlının içinde onun bir parçası olarak varolan bir yaşam gücü ya da ruhsal enerjidir. Aslında bir tür enerji akımıdır, yani hava ya da soluktur. Kelimenin kökenine baktığımızda ise pirincin pişerken çıkarttığı buhar anlamına ya da soğuk havada ağızdan çıktığı görülen soluk anlamındaki üst üste üç adet dalga şeklindeki çizgiden oluşan işaretten türemiştir.
• Tahta: Jupiter.
• Ateş: Mars.
• Toprak: Saturn.
• Metal: Venüs.
• Su: Merkür.
Hindu inancında beş element vardır. Bunlar Toprak, Su, Ateş, Hava ve Ether’dir. Tanrı tüm diğer elementleri Ether’den yaratmıştır.
Budizm’de de dört element vardır. Erken dönemlerinde dört element acı çekmenin ya da acı çekmekten kurtulmanın kavrayışının temeli olarak yorumlanmıştır. Bu yorumlama felsefi olmaktan çok gerçek duyumların gözlemlerine temel olmak anlamındadır. Bu anlamda elementler aslında birtakım özellikleri ifade etmektedir:
• Su: Yapışıklık, Uyum içinde olma
• Toprak: Katılık
• Hava: Genleşme veya titreşim
• Ateş: Sıcaklık
Nihai olarak zihin ve maddenin her ikisi de dört elementin asıl olduğu toplam sekiz özellikten oluşmuştur. İkincil olan dört özellik renk, koku, tat ve besin’dir ve asıl dört özellikten türemiştir. Tüm bunların birleşimi kalapa’ları oluşturur. Kalapa’lar atomlardan çok daha küçük olan ve varoldukları anda sönüp giden maddi varlıklardır. Kalapa’lar fiziksel düzeydeki en küçük anlık parçacıklardır ki bu halleri ile bugünkü bilimin sınırlarının ötesindedirler. Bu anlamıyla örneğin bu sekiz temel özelliğin anlık bir araya gelerek birleşmeleri sadece o anı ya da örneğin sadece o andaki bir insanı meydana getirir. Kalapa’nın ömrü sadece bir “an”dır ve bir göz kırpma süresi içinde trilyonlarca kalapa oluşur ve yok olur. Bu ise sürekli bir oluş, sürekli bir akış demektir.

SEMBOLLER VE SEMBOLİZM

Kelimenin Sözlük Anlamı
Sembol kavramının Türkçe Sözlük’teki anlamına bakacak olursak:
Sembol: Duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret, remiz, rumuz, simge.
Sembolizm: Olayları yorumlamaya ve inançları anlatmaya yarayan semboller sistemi, simgecilik.

Simge kelimesinin etimolojisine baktığımızda Yunanca “atmak” ve “tanıtmak” anlamını dile getiren “bal” kökünden türetilmiştir. Eski Yunanlılar “tanıtıcı im” anlamında “sumbolon” deyimini kullanırlardı. Dilimizde ise “işaret” anlamına gelen “sim” sözcüğünden türetilmiştir.

Metafizik anlamda bakacak olursak sembol, kısaca görünmeyeni dile getiren olarak tanımlanabilir. Bu anlam inançsal bir anlamdır. İlkel toplumlardan bugüne kadar gelen inançlar toplamıdır.

Dinler ve dinsel gizemcilik, tümüyle simgeciliktir. Başta tanrı kavramı olmak üzere dinlerin tüm kavramları simgeseldir. Sayıcılık, harfçilik, noktacılık gibi gizemsel öğretiler sayıları, harfleri, noktaları birer simge olarak kullanırlar ve bu simgelere bir takım dinsel-gizemsel anlamlar yakıştırırlar. İçrekçilik, Bâtınilik gibi mistik öğretiler sözcüklerin açık anlamlarını birer sembol sayarlar ve gerçek anlamların bu sembollerin ardında gizli bulunduğunu ileri sürerler.

Konumuza biraz da bilgi kuramı açısından bakmanın yardımcı olacağını düşünüyorum.
İnsan doğadan farklılaşıp bilinç sahibi bir varlık olarak kendisini ve çevresini algılamaya başladığı andan itibaren semboller ile kavramaya başlamıştır. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, insan da içinden çıktığı doğanın bir parçasıdır. Evrenin gelişim ve evrimleşme süreci içinde geçirdiği çeşitli aşamalar ve kimine göre ereksel kimine göre ise rastlantısal olarak bugünkü biyolojik ve psişik durumuna ulaşmıştır. Milyonlarca yıl süren bugünkü duruma gelişim süreci genetik olarak gerek biyolojik gerekse psişik pek çok öğeyi de bir nesilden bir nesile aktardı. Coğrafi, sosyolojik ve biyolojik nedenlerin, anlaşılması belki de mümkün olmayacak karmaşık ilişkileri ve etkileşimleri sonucunda elde edilen tüm bilgi ve yaşam deneyimleri başlangıçta genetik olarak, sonrasında ise dilsel ve yazılı olarak nesilden nesile aktarıldı.

Nesiller arası iletişimin milyonlarca yıl öncesindeki olanaklılığı ile sembollerle aktarımın yapılabilmesi, ardından semboller dizgesi olan dilin daha kıvrak bir şekilde kullanılacak şekilde gelişmesi, ardından da sözlerin ve sembollerin kalıcı ifadesi olan yazının ortaya çıkışı ağırlıklı olarak yatay olan iletişimi artık dikey olarak da yapılabilir hale getirmiş oldu.

Böylece, gelenek ve göreneklerin dışında, çevresel etkenler, tehlikeler, barınma ve beslenme olanakları, bir neslin yaşadıkları deneyimler gibi temel bilgiler ve sonrasında ise günlük önemli olaylar, iletilmek istenen mesajlar, gelecek nesle kalması istenen söylevler, bilim ve edebiyat gibi geniş bir yelpazedeki doğanın içinden gelen ama bir şekilde doğadan farklılaşabilmiş ve doğanın üzerinde olmak anlamında dışında bir varlık düzeyi oluşturabilmiş olan insanın gelişimine olanak verecek şekilde iletilmiş oldular.

Semboller ve sembolizm bu süreç içinde çok önemli bir yerde konumlanmaktadır. Aslında basit anlamıyla bakıldığında sembollerin ortaya çıkışı ile kültürün ortaya çıkışı eş zamanlıdır denebilir. Kültür, insanın doğadan farklılaşabildiği ilk anda ortaya çıkan yapıp etmeleridir aslında. Bunun için ise bir şekilde algı ve algının yansımasının anlaşılabilmesi gerekir.
Konuya felsefe açısında bakıldığında genel olarak var-olan kavramına var-olan – düşünme – dil üçgeninden bakmanın doğru olabileceğini düşünüyorum. Eğer çok genel olan ve çeşitli düzeylerde yer alan ama birbirlerinden aynı zamanda öznitelikleri bakımından çok farklı olan var-olan biçimlerini anlamak istiyorsak bu üçlü bakış bize yol gösterecektir.

Üçgenin bir köşesi olan “Varlık” kavramını konumuz çerçevesinde “var-olan” maddi dış dünya olarak düşünmemiz gerekli. Böyle baktığımızda var-olan’ın insandan, insan zihninden tamamen bağımsız olduğunu görürüz. Bir başka deyişle bilgi kuramlarındaki süje – obje ilişkisi açısından bakıldığında var-olan, yani obje süjeden yani insandan tamamen bağımsızdır, üstelik süjenin kendisini bilme çabasına karşı da tamamen kayıtsızdır. Bu açıdan bakıldığında süje, objeyi bilebilmek adına sürekli olarak obje ile arasında yeni bağlar kurmak, objeye farklı bakış ve algılama açılarından bakmak, yeni yöntemler geliştirerek her seferinde farklı algılanımlar elde etme çabasındadır. Bu çabaların sonucunda süje bilgiyi elde eder. Dolayısı ile süje ile obje arasındaki ilişki, ya da süjenin objeyi bilme çabaları bilgiyi oluşturmaktadır. Bilgi sadece süjede oluşur, objenin tek niteliği ise var-olmaktır. Bir başka deyişle Aristoteles’in sorduğu “Var-olan Nedir?” sorusunun yanıtı olan “Vardır” kelimesi var-olan tek gerçek özniteliğidir. Diğerlerinin hepsi kendisine süjenin yüklediği niteliklerdir ki süje bunları yüklerken tek amacı objeyi bilmektir, bir başka deyişle bir diğer varlık düzeyine çıkarmaktır. Konunun bilgi bilimsel yanına daha fazla girmeden daha temel noktada yer alan üçgen kavramımıza dönersek sanırım yolumuza daha fazla kavram karmaşası yaratmadan devam edebilmiş oluruz.

Gerçeklik, ontolojik anlamdaki gerçeklik, bir diğer deyişle Aristoteles'in "Var-olan nedir?" diye sorup "Vardır" şeklinde yanıtladığı gerçeklik bizden uzaktır; bizim onu dolaysız kavramamız mümkün değildir. Gerçekliği kavrayışımızda bize aracı olan şey insana özgü olan düşünme boyutudur. Birtakım sinirsel uyarımlar sonucu bizde oluşan algının belleğimizi oluşturmasıyla ve zihnimizin kendi yapısından kaynaklanan bazı süreçlerle gerçeklikteki nesnenin bir yansısı olarak kabul ettiğimiz bir başka gerçeklik boyutu oluştururuz.

Dış dünyayı deneyimleyerek oluşturduğumuz bu diğer gerçeklik boyutunun ontolojik anlamdaki gerçeklik ile özdeş olduğuna 'genellikle' inanılır. Bir bakıma bu son derece doğaldır çünkü az önce de belirtildiği gibi gerçekliği biz ancak deneyimleriz; deneyimlerimiz sonucu onun hakkında bir kanıya ulaşırız.

Deneyimleyerek ulaştığımız sonuçların daha sonraki deneyimlerimizle de uyuşması nedeniyle gerçekliğin doğrudan bir kavrayışına sahip olduğumuza inanırız. Anlıksal varlığın, düşünme bağlamındaki varlığın dile dökülmesi ile bu kez de bir başka anlamda varlık ortaya çıkar. Dil burada iletişimin ve daha temel olarak da deneyimlerin paylaşımının zorunlu bir koşulu olarak kendini gösterir. Var-olan’ı algılayarak oluşturduğumuz zihinsel varlığı dile getirme ihtiyacımız vardır. Böylece var-olan’ın sembolü zihnimizde oluşur. Dile getirilen varlık ise artık zihnimizde oluşan zihinsel varlıktan tamamen farklıdır, çünkü bu kez dile getirileni algılayan insan ya da insanlar söz konusudur. Doğal olarak her bir bireyin de benzer deneyimler sonucu elde ettiği aynı var-olan’ın algısı kendi zihinlerinde bulunmaktadır. Dile getirme ise bireylerin zihinlerinde oluşan var-olan’ın yansımasının uzlaşmacı ifade edilişidir. Bir başka deyişle dil, bir uzlaşmanın aracı ve sonudur. Böylece ortak dili, daha doğrusu o dilin kültürünü paylaşan insanlar topluluğu var-olan’ın zihinlerindeki yansımaları üzerinde uzlaşmış olurlar. Bir kez bu uzlaşı sağlandığında ise artık geri dönüp aynı dile getirmeden birbirlerinin anladıklarının farklı olup olmadıklarını sorgulamazlar bile. Bu nokta artık bir zemin noktası haline gelmiştir.
....
Konuyu daha fazla dağıtmamak amacı ile dil ve kültürün yayılması, gelişmesi, uzmanlık alanlarının oluşması, tüm bunlara ilişkin yazılı ve yazılı olmayan kural ve geleneklerin oluşması ve bunların örgün ya da yaygın eğitimle nasıl aktarıldığı konularına girmeyeceğim. Bu nedenle sembollerin işte bu temel uzlaşma zeminin, altyapısının üzerine kurulan ve içi birikimsel olarak bireyden bireye, nesilden nesile ve toplumdan topluma büyüyen, artan ve güçlenen birer imgeler, soyutu işaret eden somut şekiller, maddeler olduğunu vurgulamakla yetineceğim ve dünyadaki pek çok farklı kültürde ve geçmiş uygarlıklarda da mevcut olan bir örneği aktarmakla yetineceğim: Merkez Simgeciliği.

Mircea Eliade’den alıntılarsak: “Dünyanın merkezinde yer alan bir Dağ, bir Ağaç veya bir Temel direği simgesi çok yaygındır. Hint geleneğindeki Meru tepesini, İranlılar’ın Harabereziti’lerini… Mezepotamya geleneğindeki Ülkeler Tepesi’ni… Anımsayacak olursak bunların hepsinin dünyanın merkezini simgelediğini, ülkenin, kentin, tapınağın veya krallık sarayının “Dünyanın Merkezi”nde, kozmik dağın zirvesinde yer alıyor olmalarından ötürü buraları dünyanın en yüksek yeri sayılıyordu, yani tufan sırasında sel baskınına uğramayan yegâne yer.”

İnsanın yaradılışı da Dünya’nın Merkezi’nde meydana gelmiştir. Merkez simgeciliğinin en yaygın çeşidi evrenin merkezinde olduğu düşünülen Kozmik ağaç’tır. İlkel toplumlara kadar giden mitolojilere göre bu ağacın kökleri cehennemde, dalları ise göktedir. Orta ve Kuzey Asya mitolojisinde bu ağacın 7 veya 9 dalı, 7 veya 9 gök katını simgelemektedir. Kozmik Ağaç aynı zamanda Eliade’nin Merkez Ayinleri dediği ayinlerde çok önemli simgesel bir görev de yapar. Bu tip ayinlerde kurban direklerinin köklerinin dünyanın merkezine kadar indikleri kabul edilmektedir. Örneğin Eski Hint’te kurban direği Evrensel ağaç ile özdeşleştirilen bir ağaçtan yapılmıştır. Bu ağacın tahtasından kurban direği yapılmakta ve bu da bir cins kozmik temel direk haline gelmektedir.

“Kurban törenini yöneten kişi bir merdiven koyarak karısına şöyle seslenmektedir: “Gel göğe çıkalım”. Kadın da şöyle cevap vermektedir: “Çıkalım”. Ve merdivende tırmanmaya başlamaktadırlar. Zirveye varıp, direğin tepesine değince, kurban yöneticisi şöyle bağırmaktadır: “Göğe ulaştık”. Veya direğin merdivenlerini tırmanıp kollarını açmakta ve tepeye ulaşınca şöyle haykırmaktadır: “Göğe tanrılara ulaştım: ölümsüz oldum”. “

Gördüğümüz gibi basit bir ağaç ya da kurban direği, arkasındaki sırları bilenler için son derece derinlikli ve somut ve soyut gerçeklik hakkında son derece derin felsefeler içeren bir semboldür aslında. Ve bu sembolü görüntünün ya da dilin arkasında yatan büyük ezoterik birikimi bilenler anlayabilir ancak.

30 Kasım 2008 Pazar

Masalın Kötü Kahramanının Hayatı

Masal gibi yaşanmış
Bazı hayatlar.
İyi değil ama,
Mutlu değil,
Aklından geçtiği gibi hiç değil.

Masal gibi işte;
Masalın öteki kahramanları gibi,
Hani iyinin kazandığı
Kötünün kaybettiği masallardaki
Kötünün hayatı...

İyinin varlığını göstermek için
İyinin doğruluğu için
İyinin yüceliği için
İyinin meşruluğu için
...

Bunun için yaşanan bir hayat da
Masal gibi değil midir ki?
Masalın bir parçasıysa o da;
En unutulacak,
En sevilmeyecek,
En kaçınılacak...

Ve ölümsüzdür aslında
Masallar
Ve
Masalların içindeki hayatlar.

Bilim, Bilimsel Bilgi ve Yöntem, Dünyayı Kavrayışımız Üzerine

GİRİŞ

Bir bilgi ve bilme sistemi olarak ele alındığında bilim diğer bilgi ve bilme biçimlerinden farklı bir yapıda görünmektedir. Bilim, öteden beri, büyük ölçüde bilgi edinmenin, doğru bilgiyi elde etmenin tek yolu sayılmıştır. Özellikle doğa bilimlerinin 17.yüzyıldan itibaren görülen hızlı gelişimi nedeniyle bilim, toplumlarca en değerli bilgi biçimi olarak değerlendirilmiştir; bilimsel düşünüş de bu doğru bilgilere vardıran bir düşünme yolu olarak kabul edilmiştir.
Çağımızda yaygın olan görüş de bilimin son derece itibarlı bir konumda olduğu ve doğru bilgileri bize verdiği doğrultusundadır. Özellikle bilimlerdeki uzmanlaşmanın getirdiği dışa kapalılık, uzmanlar dışındaki kişilerin konuları anlayamaması gibi sorunlar nedeniyle bilim adamlarının kendi aralarındaki iç çekişmelerden, çatışmalardan genellikle habersiz olan kitleler, sadece bilimsel başarılardan, bilimsel faaliyetlerin sonuçlarından haberdar edildikleri için bilimi sarsılmaz olarak düşünmektedirler. Bu nedenle de bilim, bir bakıma, bir tabu haline gelmekte ve biricik ve en değerli, en doğru bilgi edinme kaynağı olarak kabul görmektedir.
Durum böyle olunca da ciddiye alınmak isteyen her araştırma alanı kendisini bir bilim olarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Böyle bir çabanın doğal sonucu olarak da bilim ile bilim olmayan arasına bir sınır çekmek; başka bir deyişle bilgilerin hangi noktadan sonra bilimsellik statüsünü kazandığını saptamak bir sorun olarak belirmektedir.
Bir araştırma alanının bilim haline gelmesini sağlayan şeyin ne olduğunu kendi kendimize sorduğumuzda çoğunlukla bir cevabımız vardır. Hiç düşünmeden, bugüne kadarki koşullanmışlığımızla verdiğimiz bu cevap, gerçekte bizde yerleşmiş olan bilim imgesini yansıtır. Genellikle de bu bilim imgesinin nasıl oluştuğunu ya da ne gibi önvarsayımlar üzerine kurulu olduğunu kendi kendimize sormayız.


Diğer bütün insani faaliyetler gibi bilim de bir bilgi edinme biçimi olarak insana özgüdür. İnsan açısından konuya bakıldığında ise insanın doğayı biliş koşullarının neler olduğunun; kendisi ile doğa arasındaki karşılıklı ilişkinin yapısının ne olduğunun incelenmesi araştırmanın asıl gündemini oluşturmaktadır.
Bir temel olmak üzere 'varolan' kavrayışından yola çıktığımızda ontolojik anlamdaki gerçekliğin yanı sıra dil ve düşünme bağlamında da bir varolan tasarımımızın olduğunu söyleyebiliriz. Böylece üçlü bir varolan tasarımımızın bulunduğunu düşünürsek bunların arasındaki ilişkilerin niteliği de incelenmek durumundadır.
Gerçeklik, ontolojik anlamdaki gerçeklik bir diğer deyişle Aristoteles'in "Varolan nedir?" diye sorup "Vardır." şeklinde yanıtladığı gerçeklik bizden uzaktır; bizim onu dolayımsız kavramamız mümkün değildir. Gerçekliği kavrayışımızda bize aracı olan şey insana özgü olan düşünme boyutudur. Birtakım sinirsel uyarımlar sonucu bizde oluşan algının belleğimizi oluşturmasıyla ve anlığımızın (zihnimizin) kendi yapısından kaynaklanan bazı süreçlerle gerçeklikteki nesnenin bir yansısı olarak kabul ettiğimiz bir başka gerçeklik boyutu oluştururuz. Dış dünyayı deneyimleyerek oluşturduğumuz bu diğer gerçeklik boyutunun ontolojik anlamdaki gerçeklik ile özdeş olduğuna 'genellikle' inanılır. Bir bakıma bu son derece doğaldır çünkü az önce de belirtildiği gibi gerçekliği biz ancak deneyimleriz; deneyimlerimiz sonucu onun hakkında bir kanıya ulaşırız. Deneyimleyerek ulaştığımız sonuçların daha sonraki deneyimlerimizle de uyuşması nedeniyle gerçekliğin doğrudan bir kavrayışına sahip olduğumuza inanırız. Anlıksal varlığın, düşünme bağlamındaki varlığın dile dökülmesi ile bu kez de bir başka anlamda varlık ortaya çıkar. Dil burada iletişimin ve daha temel olarak da deneyimlerin paylaşımının zorunlu bir koşulu olarak kendini gösteriyor.
Sağduyusal tavır gerçeklik ile dil arasında hiçbir ayrım yapmaksızın dilin gerçekliği olduğu gibi yansıttığı varsayımıyla iş görür. Oysa dil kurucu, örgütleyici, biçimleyici bir alettir; bütün bu özellikleri taşıyan bir aracı durumundadır. Dünya bize önceden nesnelere bölünmüş olarak gelmez; tam tersine olarak nesneler deneyimlerimizin sonuçları olarak meydana gelmektedirler. Dış gerçekliğin tek niteliği varolmasıdır. Varolmanın dışında hiçbir yüklemsel özelliğe sahip değildir. Varolanı kavramak, onunla gündelik hayatımızda karşı karşıya geldiğimiz noktalarda kurduğumuz temasla mümkündür. Burada büyük ölçüde belirleyici olan da ihtiyaçlarımızdır. Temelde biz varolanı parça parça kavrarız; bunun bir sonucu olarak da deneyimlenen her parça bizim için düşünme bağlamındaki bir varlıktır artık. Bunun dile dökülmesi ile de dolaylı olarak gerçeklik dilin kalıplarına sığdırılır. Gerçekte dil ile düşünme birbirinden ayrı şeyler değildir; zorunlu olarak birbirlerini gerektirirler. Bu nedenle de nerede düşünme varsa orada dil de vardır; bunun tersi de doğrudur. Gerçekliğin deneyimlenmesi sürecinin dışavurumu bağlamında kısaca sözcük ya da terim ne düşünmenin ne de dış gerçekliğin karşılığıdır. Her bir dolayımda ilk deneyimden birşeyler yiter gider ve elimizde deneyimlediğimiz gerçekliği yansıttığına inandığımız sözcükler kalır; böyle olduğuna inanmak zorundayız zira iletişimimizin temeli bu inançtır. Bu inancı taşıdığımız , yani dile gelenin dile getirdiği şey ile tam bir uygunluk içinde olduğunu düşündüğümüz sürece de dil bizim için bir sorunsal değildir; dilin yapısı ile gerçekliğin yapısı özdeş olarak algılanmaktadır. Ancak Ortaçağdan beri bunun böyle olmadığını düşünenler olmuştur. Bunlar için dil başlıbaşına bir sorunsaldır; ve hatta bilgi edinme çabamız sırasında son derece önemli bir konuma sahiptir.
Bu türden bir düşünme biçimi ilk bakışta doğabilimcilere uzak düşmektedir. Onlar daha ziyade doğal (naiv) tavırdan yanadırlar.
Quine, Duhem, Koyre gibi düşünürler bu türden doğal, sağduyucu yaklaşımın yerine daha bütüncü, insana özgü olan, insanın içinde yaşamakta olduğu topluma ve kültüre ilişkin ögeleri de içinde barındıran bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Kuhn'un genel olarak bilgiye karşı olan ana yaklaşımı bu düşüncelerin etkisi altında gelişmiştir. Doğa ile insan arasında dolayımı sağlayan şeyin ne olduğunu kendine sorduğunda verdiği cevabın hiç de aydınlatıcı olmadığını ileriki bölümlerde görmek mümkün olacaktır.

Kuhn bilimin hiç de öyle yerleşik bilim imgemizdeki gibi olmadığını savunur . Neden öyle olmadığına ilişkin düşüncesini ortaya koyarken destek aldığı alanlar ise tarih ve sosyolojidir. Dünyayı, dış gerçekliği kavramada bize aracı olan kavramsal çerçevelerin her dönemde farklı olduğunu düşünen Kuhn, her bir dönemin kendi bütünlüğü içinde kavranması amacıyla , dönemin içinde bulunduğu kavramsal çerçevenin, bir başka deyişle kafesin kavranması gerektiğine inanır.
Bilimin olağan durumu olarak betimlediği durum da bu türden bir kavramsal çerçeve içinde yapılan bilimsel faaliyeti ifade eder. Bir kavramsal çerçevenin içerisinde bilim yapmak demek, örtük olarak o kavramsal çerçeve üzerinde uzlaşmış olmak demektir.
Olağan bilimin uzlaşıma dayalı olduğu savından yola çıkarsak; olağan-bilimsel etkinliğin, üzerinde yapılanacağı birtakım temellerin bulunması gerektiği açıktır. Uzlaşıma dayalı olan bu temeller nelerdir? Araştırmacılar bu temeller üzerinde nasıl uzlaşırlar? Uzlaşım önemli ölçüde iletişime; iletişim de daha arka planda yer alan birtakım uzlaşımlara dayalı olduğuna göre bu türden temeller nelerdir? Ya da uzlaşım sadece pratik amaçlarla gerçekleşen ve aslında çok temel birtakım konuları kapsamayan bir şey midir?
En temel anlamda olağan bilim, genel kabul görmüş somut bilimsel başarıların bazılarının işlenmesini ve açımlanmasını amaçlar. Bu tür somut bilimsel başarıların genel anlamda kabul görmüş olmalarının dışında kaba (crude) bir analoji teşkil ediyor olmaları gerekir. Ancak bu koşulda olabildiğince geniş bir araştırmacılar grubuna hitap edebilir; açımlanmaya, incelmeye bir başka deyişle rafine olmaya daha uygun olabilir; kaba olması dolayısıyla başlangıçta doğaya uyum konusunda son derece iyimser mesajlar verebilir ve bu sayede de yeni araştırmacıları kendisine çekebilir.

Somut bilimsel başarının varlık koşulunun ne olduğunu sorduğumuzda sorunun temeline daha da yaklaşmış oluruz. Ancak bu kez de bilim dediğimiz faaliyet elimizden yitip gider ve kendimizi tam da bir belirsizliğin içinde buluruz.
Genel kabul gören somut bilimsel başarının varolması demek, genel kabul görmemiş olup da varlığını sürdüren ya da tarihe malolmuş başka başarıların varolmuş olmasını da zorunlu kılar. Bu durumda "genel kabul görme"nin ölçütü ne olacaktır? Kişisel tercihlerin bağlı olduğu ölçütler nelerdir? Her ölçüt belli bir alanın ölçütüdür; ölçüt uygulaması bir karşılaştırma işidir; ölçüt ile ölçütün uygulandığı nesne arasında bir karşılaştırma yapılması gerekir. Dolayısıyla da daha önceden "bu, bu alanda bir ölçüt olarak iş görür" şeklinde bir karar alınmış olması gerekir. Bu kararı almak için de bir topluluğun, hem de bazı temeller üzerinde sıkı sıkıya uzlaşmş bir topluluğun varolması gerektiği açıktır. Eğer böyle bir durum sözkonusuysa olağan bilim hep varolmuş demektir. Bilime bilim olarak yaklaştığımızda (bilimsel uzlaşımlar, başarılar, kuramlar, yöntemler, varsayımlar, devrimler vbg.) görece sorunsuz bir konuya girmiş oluruz. Oysa bilim niteliğini atfetmeksizin araştırma alanını, araştırma alanında nelerin olup bittiğini incelersek daha genel bir yaklaşımda bulunmuş oluruz. Ancak bu durumda da tartışma kaçınılmaz olarak felsefi bir nitelik kazanacaktır;dolayısıyla biz de Kuhn gibi belirsizlikten sıyrılmak amacıyla genel kapsayıcılığı olan bir kavrama dayanmak zorunda kalacağız.
Kuhn'un kullandığı paradigma kavramı zaman zaman son derece geniş kapsamlı (bir bütün olarak dünya görüşü) olarak kullanılmakla birlikte bazen de son derece dar kapsamlı ve somut olarak (tek bir alet parçası) kullanılmaktadır.
Bu çalışmayla amaçlanan, "Paradigma" kavramının (teriminin) bir tanımını vermek değildir. Tanım vermenin güçlükleri bir yana sözcüğün farklı bağlamlarda farklı anlamlar ve amaçlar için kullanılıyor olması da işimizi güçleştirmektedir. Bu nedenle bütün çalışma boyunca olabildiğince tanım da vermeye çalışarak kavramın içine sızma çabasında olacağız. Bir başka deyişle Kuhn'un düşüme biçiminin yapısını anlayarak, terimin belirgin bir tanımına ulaşmaktan çok içeriğinin betimlemesini elde etmeye çalışacağız.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Seni Gördüm Demiş Bana

Seni gördüm demiş bana
Bilir misiniz neyimi?
Ne saçımı
Ne tenimi
Ne de gözlerimin rengini..

Belki sadece adımı
Belki sadece geçerken bıraktığımı sandığı
Oradan geçmişliğimi,
Elimin değmişliğini belki

Ya da belki
Havasını içime çekmişimdir
Yaşadığı diyarların.

Gördü ama beni,
Düşünürken onu.

Karakutu

Buldu sandı
Karakutuyu.
Her tarafı kap karanlık
Ne ışık var
Ne bir beyaz.

Dediler
ışık doludur, aydınlıktır içi
Sandı öyle...

Yalan,
Vallahi yalan
Diyemedi kimse.

Herşey Bende Saklı; Kusurlarım da...

Aklım durdu bugün,
Ruhum dondu.
Ne biri diğerini
Ne de öteki öncekini
Hiçbiri birbirini
Duymadı bile bugün.

Oysa aklımın planladıkları
Ruhumun ihtirasları vardı bugün.
Aklım durdu
Ruhum sustu
Hatalar üst üsteydi
Kusurlar ruhumdan taştı.

Şimdi acılar içinde
Yapayalnız
Düşünmedeyim.
Anladım böyle geçmiş hayatım
Kovalar gibi yapıp kaçarak,
Tutkusuzca isteyerek,
Sımsıkıymışçasına ucundan tutarak
İsteklerin.

25 Kasım 2008 Salı

Baktı - Baktım

Baktım gözlerine bugün
Baktı gözlerime.
Kim kimi gördü.
Ya da kim kimi göremedi.
Bilmiyorduk;
Ayrıldığında gözlerimiz.

Orada Olamayıp Sende Olabilmek

Gelebilseydim
Oradaydım şimdi.
Gelememişsem eğer
Bil ki,
Benden değil.
Gelememişsem eğer
Bil ki,
Sende değilim demek değil.
Sadece orada değilim.

Gece ve Karanlık

Gece yalnız ve ıssız.
Uzak bana;
En uzak korkularım kadar
Ya da yakın bilmiyorum;
Nasıl ve ne kadar...
Ama gece,
şimdi orada,
Dışarıda.
Ağır,
Çok ağır, taşımak güç bazen,
Yükünü gecenin.
Günü beklemek mi gerekli
Yoksa kapatıp gözlerini;
Geceden daha kara,
Kapkara bir uykuya,
Beklemek mi günü...

31 Ekim 2008 Cuma

Ötekim

Şimdi oradasın öyle
Yokmuşum gibi ben
Ya da burada değilmişsin gibi sen.
Kimbilir neler geçti aklından
Kimbilir neler kaldı şimdi
Söyleyeceğin
Bir omuzun yukarda silkinirken bana
Belki de gözlerin kapalı
Ya da duymaksızın söyleyeceklerini....

Ben miyim hatalı
Sen misin yoksa
Kim bilir belki de
İkimiz.

Ya
Bizde değilse hata
İkimiz de masumsak ya
Ya herşey o başkaları yüzündense;
Bazen dost olan
Bazen eş
Bazen en yakınlarımız
Ne yapmalı bu durumda
Sendeki bu naletliği
Silip temizlemek için aklından

Değişelim istersen
Akıllarımızı;
Sen ben ol
Ben de sen
Bakalım kimmiş en nalet görelim o zaman

23 Ekim 2008 Perşembe

Korkularımız

Çocukken
En çok babamdan korkardım belki de
Ya da öğretmenimden
Ya da civarın serserisi "Köpek Ayhan"dan

Sonra sınıfta kalkmaktan korktum
Düşüp biryerimi kırmaktan...

Biraz daha büyüyünce
Beni cezalandıracağı söylenen Tanrı'dan korktum.

Zamanla,
Ölümden korkmaya başladım
Annem, babam için kaygılandım

Şimdi,
Korkacağım çok şey var kısa vadede

Ama en çok inan
"Gelecek"ten korkuyorum
"Gelecek" neler getirecek, bilinmez
Oysa benim istediğim;
Sahip olunan çok az şey ile
Çok büyük mutluluklar yaşamak
Gelecekte sadece
Birbirimizi kaybetmekten korkalım istiyorum
Ve daha bir bağlanalım
Sevelim.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Su

Usul usul akan su,
Bilir misin neredir yolun.
Akar gidersin
Aşağı diyarlara

Bilir misin
Neler var oralarda?

Birikip taştığında
Belki öfkeyle
Belki sızarak usulca
Neleri sürklersin peşinde
Ya da kimleri bırakırsın ardında
Bilir misin?

Nereye kadar akıp gideceksin
Nerede durup durulacaksın
Nerede dinginliğe kavuşacaksın
Daha kaç engel aşacaksın
Bilir misin?

Ne sen bilirsin
Ne geçeceğin yollar
Ne de varacağın diyarlar
Tek bildiğin akmaktır
Sonsuz bir döngüyle
Yaşam gibi
Zaman gibi
olduğun gibi olmak için...

Böyle de Ölünür

Bugün
Öldüğüm günlerden biriydi.
Acılı bir ölümdü bu kez;
Birşeyler koparttı benden,
Aldı götürdü.
Oysa daha dün öğrenmiştim
Basit denklemleri çözmeyi.
Daha da çoktu öğreneceklerim...
Ama öldüm bugün
Parça parça.
Aldı götürdü aklımdan bir parça
Ölümüm
Dayanılmaz bir başağrısı bırakarak
Yerine...
Yarı ölüme yatmalıyım şimdi;
Dindirmek için acılarımı;
Tamamlamaya güç bulabilmek için
Eksilenlerimi...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Bilmesinler

Bırak bilmesinler
Ne adını
Ne adımı.
Bırak bilmesinler
Bilmediklerini,
Duymadıklarını,
Görmediklerini.
Bir sen,
Bir de ben.
...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Rüzgar Olsaydım

Belki bir rüzgar olsaydım şimdi
Buradayken orada da olurdum
Sadece bir an sonra.
Usulca dalıp aralarına
Ulu ağaçların
Hışırdatırdım yapraklarını
Denize karşı.

Belki bir rüzgar olsaydım şimdi,
Esip buralardan
Savurup önüme çıkanları
Sana gelirdim
Yavaşça sokulurdum
Pencerendeki kesikten
Aşarak içindeki engelleri,
Odana dolardım.
Teninden yukarı serin serin eserken
Ürpertirdim seni.

Uykuyla, uyanıklıkla karışık
Sarılırdın bana düşlerinde
Dinginliğinde kaybolurdum ben
Isınırken sıcağımda sen.

Kanlıca'daki Yaprak

Sanki yıllardır
Buradaydı;
Şimdi olduğu yerde
Yine sımsıkı bağlı olarak.

Buradan izliyordu,
Olanı biteni
Geleni gideni
Gün doğuşunu ve batışını
Yağmuru ve fırtınayı.

Zaman onu yok ediyordu
O yılmadan direniyordu
Bir bütünün parçası mıydı
O bütünün kendisi mi?
Varlığı bağlı mıydı
Sımsıkı bağlı olduğu yere
Yoksa onsuz olamaz mıydı;
Bağlı olduğu...

Denize nazır böyle
Kanlıca iskelesinde
Koca bir çınarın gövdesinde
Hayat bulan
Kocaman bir yaprak.

Yıllar boyu ölerek
Ve dirilerek yine
Sormakta mıydı böyle
Kendi varlığının bağlarını?

4 Ekim 2008 Cumartesi

Taş

Hünerli ellermiş,
Onu yapan.
Yoktan varetmemiş belki ama,
Kabadan üretmiş,
Ellerinin marifetini vermiş,
Aklının erdiğini koymuş,
Kolunun gücüyle yontmuş.

Sıradan olabilecekken
Sıradışı yapmış,
Farkındalığını katmış,
Ona farklılık katmış.

Çok sıradan
üstelik de kimsenin dokunmadan
Yanından uzaklaştığı
Bir nesneye bunları katmış.

Böyle olmalı;
İnsan elinin değdiği
Gözünün ucu ile baktığı
Aklıyla tasarladığı.
İster bir resim olsun,
İster bir müzik ya da şiir,
Belki de anlattığım burada
Musalla taşı gibi hünerle dokunulmuş.

Bir caminin önünde
Sevilmeyen
Buz gibi soğuk
Ama herkesin
Bir gün üzerinden geçeceği.

2 Ekim 2008 Perşembe

Gözlerindeki Işığı Kaybetme

Şimdi
Uyuyorsun
Yatağında.
Hafifçe üşüyorsun kaydıkça üzerinden yorgan.

Kim istemez ki;
Güzel bir uyku çekip
Kaçıp uzaklaşmak
Acı gerçeklerden.

Kim istemez ki;
Gecenin karanlığı çöktüğünde
Sabah olmasını
Bir an önce.

Gecenin sonu mudur gündüz
Yoksa gündüzün sonu mu gece.
Geceler mi bizi gündüze bağlar
Yoksa gündüzler mi geceye çıkar.

Işığın yanındaysan eğer
Ne gece ne de gündüz
Aklın ışıl ışıldır
günün her saati.

Saklanma artık
Kaçma uzaklara derin uykularda
Kovalamasın kimseler artık seni
Yakalamasın

Aklının ışığı aydınlatsın
Dünyanı da gözlerini de
Gülen gözlerin olsun ışık saçan
Dertlerine derman arayan.

Asla kaybetme
Işığı
Gözlerindeki.

29 Eylül 2008 Pazartesi

Umudum

Bir avuç umut
Bugün sahip olduğum;
Tıpkı dünkü gün gibi.

Şimdi özenle,
Sevgiyle,
İstekle,
Büyütme zamanı onu.

Bir avuç umudum
Olacak hep...

Avucum kalmasa da birgün taşıyacak
Umudum kalacak yarınlara
Senin avuçlarında...

16 Eylül 2008 Salı

Hep Var

İki adım ötesiydi
Hedef.
Bir adım geri ittiler
Üç adım ötelenmişti şimdi...

Hedefi gölgeledirler
Adımları küçülttüler
Gözlerini bağladılar
Nefesini kestiler

Bir kendi kalmıştı kendine
Bir de köreltilmiş duyuları ve gücü
Tek başına uluorta
Korunmasız ama kararlı

Bir dost geldi girdi koluna
Göz oldu
Kulak oldu
Ayak oldu
Nefes oldu

Hedefi gören gözleri
Tehlikleri sezen kulakları
Doğru yola giden ayakları
Uzun mesafeler için nefesi

Ne eksik ne fazla
Herşey tamdı
Tek ihtiyaç cesaret
Ve bir parça sukunet

Varlığı yetti
Yokluğu yıktı

Hep var şimdi
.....

AN

Bugün

Dünden güzel demek için

Bugünün de dün olmasını beklemek

Gerekmemeli

Ne bugün dünden güzel olmalı

Ne de dün önceki günden

Yarın da bugünden güzel olmayacak ki

Güzellik

İçimizde yaşattıklarımızda

Yaşattıklarımız

Biz özel olan anlarımızda gizli

Güzel olan

Yaşadığımız anlar

Yaşamadıklarımız

Ya da

Ertelediklerimiz değil

"An"da mutlu olup güzel diyemezsek

Ertelenmiş yaşamları

Yaşıyormuş gibi yaparız sadece

Diğerleri gibi.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Ah Be Güzelim

Ah be güzelim
Şimdi olmak vardı
Tam yanıbaşında.

Sessiz sesi ile nefesinin
Uyurken sen derin derin
Durup dinlemek lazımdı

Sıçradığında kabusundan
Aralandığında gözlerin
Tam karşında olmalı ve bakmalıydım
En derinine gözlerin

Görmemiş gibi sanki beni
Huzurla
Dönüp uyumalıydın yine
İç çeker gibi derin bir nefesle

Ah be güzelim
Nefesinin güzel kokusunu
İçinin sıcaklığını
Çekmek vardı şimdi içime
Dokunmadan
Uyandırmadan
Yaşamak için seni
Yaşatmak için içimin en derininde.

Bana da Bir Hoş Baktı

Her gördüm güzele

Şiir yazmak

Huyumdur benim

Vazgeçemem

Dün de bir güzel gördüm ben

Bekleme salonunda

Onca güzelin içinden

Uzun sarı saçlı, mavi tavşan gözlü

Ve estetik burunlu

"Tavşancık" diyesim geldi

Oysa o bir insandı.

Kimbilir ne duyguları vardı

Laf aramızda,

Bana da bir hoş baktı.

Yaşanmamış Sevdalar

Yaşanmamış sevdalar var
Yaşanmamış tutkular
Yaşanmamş hazlar
Öyle günlerimiz olur ki
Kimi zaman
Öyle boşluklara düşeriz ki
Yaş erişince olgunluğa
Öyle birden farkına varırız ki
Yaşanmamışlıklarımızın

İşte o zaman
Kalakalırız
Yaşanmamışlıklarımızın tümüyle
Bütün mutsuzluklarımızla.

Gelmez aklımıza mutluluklarımız
Öylesine çoktur ki mutsuzlularımız
Akıl durur işte o zaman
Duygular yönetir bizi
Çok zordur
Akılla gönül arasındaki denge
Gönlünle yaşamak istersin
Uçup gitmek
Dilediğin gökyüzüne
Dilediğin kırlara
Dilediğin çiçeklere
Ama aklın bağlar seni
Uzaklara gitmeni
Uçup gönlünce yaşamanı
Bir yolu olmalı
Aklımla gönlümü barıştırmanın
Gönlümün olduğu yerde doyuyorsa aklım da
O dünyada barışıksa aklımla gönlüm
Ne yapamalıyım ben
Bilemiyorum.
Ama,
Yaşanmamış sevdaların olduğu yerde
Olmak istemiyorum.

Tükenmek

Ben almam,
Veririm.
Sevgi veririm.
Dostluk veririm.
Aşk veririm.
Sonunda tükenirim;
Ama yine de veririm.

Gül Açmış

Bir gül açmış bu sabah,
Ben uyurken.
Dudakların kadar kırmızı
Yüreğin kadar genişmiş,
Yaprakları.
Bir gül açmış bu sabah,
Adını sevgi koymuşlar.

Yaşanmamışlıklarım.

Yaşanmamış günlerimin
Hesabını soracağım.
Çıkacağım karşınıza,
Ve hesabını isteyeceğim;
Yaşayamadığım mutlulukların,
Tadamadığım zevklerin,
Göremediğim güzelliklerin.

Bir gün çıkacağım karşınıza
Bütün yaşanmamışlıklarımla.

Başkaldır

Korkma ölümden küçüğüm,
Ölüm var,
Sen yoksun.

Yaşamaktan kork küçüğüm,
Yaşamaktan.

Kötü insanlardan kork
Onlar ki zehir ederler sana
Yaşamı, küçüğüm,
Kork.
Hayallerinin gerçekleşmemesinden
Kork.
yüzüne gülen yüzlerden
Seni hep öven sözlerden
Kork küçüğüm.
Korkmaktan kork.
Diren.
Başkaldır.

Özlem

Koskoca bir özlem taşıyorum
Kucağımda.

Ellerim saramıyor,
Kavrayamıyorum.

Bükülüyor dizlerim,
Çöküyorum.

Eziyor beni özlemin,
Yıkılıyorum.

Mutluluk

Bir gün gelecek
Mutluluk dağıtacağım
İnsanlara.

Ölçüsüz tartısız
Sana şu kadar
Ona bu kadar
Demeden.

Alın alabildiğiniz kadar
Bende çok var diyeceğim

Paylaşacağım mutluluğumu
Senden sonra
Onlarla da...

Otobüs

Eminönü'nden geçtim bugün,
Baktım;
Otobüs yoktu.

Beraber olsaydık
Ne güzel otobüs beklerdik dedim
Gözlerim doldu...

Yokluğun

Yokluğunla günler geçti
Oysa varlığın
Hiç ulaşmadı bana.

Yokluğuna geçen günlerin sonunu
Varlığın süslesin
ne olur.

Yollar

Hani yollar vardır
Yolcusu olmayan.

Kimse merak etmez.
Nereye varıyor bu yolun sonu demez.

İşte öyle,
Hiç geçilmeyen bir yolum
Sanki.

Nesin Sen?

Neden güzeldir bir çiçek?
Neden olumlu düşünceler çağrıştırır?
Nedir onu değerli kılan

Nesin sen,
Neden böylesin
Neden bir başkası gibi değil de
Kendinsin?

Nedir seni sen yapan
Nedir kafana olumlu çiçek kavramını sokan

Ya peki nedir,
Bir demet taze papatyayı sevip de
Katır tırnağını sevmemene yol açan

Nedir ortak değerleri verip de
Farklılıkları da ortaya çıkartan.

Yapayalnız

Ne çekindim bugüne kadar
Ne olduğumu ifade etmekten
Ne gizledim düşüncelerimi
Ne de korktum
Kahpeliklerden

Yıkmadı beni adaletsizlik
Yıkmadı beni zulüm
Koymadı
Bana yapılan haksızlıklar

Ne var ki uzaksa en yakın dostların senden
Pişmemişlerse
Olgunlaşmamışlarsa
Anlayacak kadar
Yalnızsın, yalnız...
Yapayalnız.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Olmazdık O Zaman

Keşke,
Demeseydim sana
Keşke diyeceğim sözcükleri

Ben olmasaydım keşke
o gün orada
o sözcükleri harcayan umarsızca

Keşke,
Yan yana koymasaydım onları,
Cümleler kurmasaydım

Keşke,
Hiç demeseydim
Bugün, şimdi, bunları yazdıranları sana

Üzüntülü, çaresiz, sesizce ağlayan sen
Keşke ağlatmasaydın beni de
Ağlayıp bunca.

Keşke sözlüklerde eksik olsaydı o sözcükler.

Keşke olmasaydım, olduğum gibi

Olsaydım sadece,
Sözlüklerde bir kelime
Sadece açılıp bakıldığında
Dile gelen...

2 Eylül 2008 Salı

Çığlık.

Bu duymadıkların
Çığlıklarımdır benim.
Sessiz belki
İçten içe belki
Erişmeyen sana belki

Bir yardım için
Bir destek için
Bir acımı dindirmek için
Bir eksiğimi gidermek için
Ya da bir hatamı örtmek için

Şekli, içeriği, gücü
Nasıl duyabilirsen öyle
Nasıl duymak istemezsen de öyle
Duymak da elinde
Yoksaymak da
Tek bildiğim
Çığlığım yankılanıyor şimdi
Beynimin içinde.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Belki

Belki şimdi biraz
Hüzün var içimde,
Belki biraz kırgınlık...
Kim bilir kime
Kim bilir neden...
Belki de ben bile
Bilmiyorum
Kime
Neden
Nasıl
Belki de sadece
Kendime;
Kendi kendimle olan savaşı
Keybettiğimde...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Bakmak ve Görmek

Türlü türlü insan var
Bir o kadar da
Bakış
Görüş
Ondan fazlası da
Körlük
Göremeyiş
Nedendir görememek
Körlükten mi
Yoksa körlük,
Sonucu mudur,
Bakmayı bilmemenin.
Bazen ufka bakıp
Göremediğine de bakar insan
Bakar ve bilir ki
Oradadır
Sevilen;
Sevenin bakışlarında...

8 Ağustos 2008 Cuma

Masum

Dün bir parmaktı boyun
Ne de çabuk bir karış oldu
Laf almak zordu ağzından
Şimdi kapanmaz oldu

Dün ne de masumdun
Boynun eğik gezerdin
Şimdi yıldızları sayıyor burnun
Nasıl değiştin böyle, bilemiyorum

Ağaç

Ben bir ağacım
Dört mevsim yeşil olmalı dallarım
Gölge yapmalı
Alnı terli çiftçime
Umut kaynağı çocuklara
Sevgi dolu aşıklara
Dallarımda yer olmalı
Barış güvercinlerine
Sevişen kumrulara
Tatlı sincaplara
Köklerim sağlam olmalı
Yeşil tutmak için dallarımı
Gölge yapmak için çiftçilerime
Ve yuva olmak sincaplara
Gövdem kalın olmalı
Aşık gençlerin kalplerini alacak kadar
Fırtınalara dayanacak kadar
Yapraklarım gözlerim olmalı
Görmek için dünyayı
Yapraklarım kulaklarım olmalı
Duymak için insanları
Ben bir ağacım
Yıllara direnirim
Yıllar yıpratır beni
Ben yenilerim kendimi
Yıllar öldürü beni
Ben yenilerim kendimi
Yıllar öldürür beni
Ben yeniden doğarım tohumlarımla
Ben bir ağacım
Bir bakarsınız yok olurum
Orman olmayı umarken.

Gece

Bu sabah güneşi geçtim
Kaltığımda yoktu ortalarda
Zifiri olmayan bir karanlığa bürünmüş sokaklarda da
Yer yer yanan ışıklardan başka
Bir insanoğlu aramak hayal idi
Sabahın o karanlığında henüz kalkmaktalardı
Yataklarından
Binbir nefret ve isteksizlikle....

Az sonra kalkıp dökülecek sokaklara
Ve yalnızlığımı bozacaklar
Tenhalığını sokakların
Bozacaklar, biliyorum.
Ve belki karanlığı da parçalayacklar
Ve sessizliği yaracaklar
Her zamanki gibi
İğrenç bir günü başlatacaklar

6 Ağustos 2008 Çarşamba

SIR'LI ŞİİR

Kucakladığında beni

Kaybolsam

Şevkatinde

Dokunduğunda bana

İrkilsem

Ruhum çalınmış gibi

İstediğinde beni

Gelsem sana

Hep varmışsın gibi

BEKLENEN

Ne felsefe

Ne psikoloji

Yaşananların gerçeği

Özlemin ta kendisi

Sevmeye;

Özgürce,

Kısıtlamadan,

Güven duyarak,

Korkmadan.

Bundan büyük olabilir mi

Bir insanın bir insandan beklediği?

Monolog

Orada bir yerlerdeysen eğer

Ben de burada bir yerlerdeyim

Sen kendi varoluşunda

Ben kendiminkinde

Seninki yücelerden yüceyse

Benimki de senden kopan bir parça

Yücelerden kopan parça

Yüce olmaz mı ki

Korkutursun beni

Bensem hata yapan

Sensin yol veren

Hatam benim

Doğrularım benim

Sen benimsin

Ben seninim

Ne korkarım senden

Ne sevmemezlik ederim

Birlikte varolmaktan başka

Yoktur çarem.

Ben ve Başkası

Yağmur yağıyordu,
Bardaktan boşanırcasına değil ama...
Soğuktu hava
Üşümüştü elleri, yüzü.
Ne yapsındı
Ne desindi
Nasıl kaçsındı
Bilemiyordu...
Çaresizdi; ama umutları vardı.
Yorgundu; ama güçsüz değildi.
Düşündü, düşen yağmur damlalarını
Nasıl olup da düştüklerini,
Nasıl olup da her birinin belki de
Ayrı birer hikayesinin olabileceğini...
Düştüklerinde, aynı hikayenin
Bir parçası olduklarını...

Soğuktu, üşüyordu;
Ne aklındakiler korudu onu
Ne üstündeki giysiler
Ne de bir başkası...
Yağmur işledi teninin her noktasına
Ruhuna kadar titrediğini hissetti birden

Farkına vardı
Öylesine kalabalık içinde
Ne denli yapayalnız olduğunun
Bir tek düşüncesi bile yoktu, kendine ait.
Bir tek bakışı yoktu dünayaya dair;
Yağmur damlalarını düşünmeden önce.
Bütün inandıkları ve bütün değerleri
Islanmıştı, hepsi sırılsıklamdı...
Yıkanıp gitmişlerdi
Arınmıştı tüm köhnemişliklerinden.
Titrerken bedeni
Aydınlanmıştı ruhu
Farkına varmıştı varoluşunun
Tek başına oluşunun
Çırılçıplak ve titremekte olduğunun.
Titreyen bedeni dışında
Herşey başkasıydı
Herşeyin başkası olduğunun farkına varan aklı
Tek gerçeğiydi.
Bu gerçekle yaşamalı ve kendisi olmalı
Ya da ölmeliydi; başkasına karışmalıydı.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Sevdiğim Alıntılar

Kutsanmış olan hiç bir beklentisi olmayandır, asla hayal kırıklığına uğramaz.

Herkes ölür. Ama herkes gerçekten yaşamaz.

Hata yapmayı kabul edebilirim, ama hiç denememeyi kabul edemem.

Yaşam geriye doğru anlaşılır, ama ileriye doğru yaşanır.

Herşeyi bilecek kadar genç değilim.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Kaçışım

Kendimden bu kaçışım
Pişmanlıklarımdan
Üzüntülerimden
Sorumluluklarımdan
Mahkumiyetlerimden

Kaçışım
Tek gerçek
Ama doğrular var
İstekler var
Tutkular var

Kimden kaçıp
Kime varıyorum

Kendimden kaçıp
Kendime

Kaçtığım bir öteki yok
Vardığım bir öteki de
Kaçışım
Varışım
Duruşum
Kendime

5 Temmuz 2008 Cumartesi

BENDEN KALAN

Benden geriye ne kalacak
Dolduğunda zamanım ?
Bugün
Belki de yarın
Uzak değil ama
Biliyorum…

Benden geriye ne kalacak
Kavuştuğumda okyanusa ?
Eşim
Kızım
Ve yazdıklarım

Benden geriye ne kalacak
Öldüğümde ?
Bir avuç toprak
Bir avuç kül
Yoksa onlar da mı olmayacak ?

24 Haziran 2008 Salı

Sevdiğim Alıntılar

Kendimizde olan anlamları birbirimize gosterdikçe ve daha önce tatmadığımız tanımlarla yeniden şekillendirdikçe çok daha belirginleşiyor hatlarımız. Yeni bakışlarla farklı pencerelerden izliyoruz hayatı. Kapıları bulup çıkıyoruz, kapalı kalmıyor, yeni kapılardan içeri giriyoruz. Hazineler o kadar gizli değil, aramak isteyince elimizle koymuş gibi çıkartıyoruz.

Kaybolsam sarıldığında beni kimse bulamasa.

O penceredeki camı biz icat ettik. Gelecekte geçmişi izleten değil. Görülmesi gereken güzellikleri gösteren çirkinle güzeli karıştırmayan ayrıştıran manzaralar versin.

Sadece bilme yetecek sana da bana da şimdilik değil mi. Bir sarılabilsem koklasam. Seni benimle saran sadece güzellik olsun. Sonu gelmeyen güzellikle huzurla ol. Sen güzelsin çok güzel.

22 Haziran 2008 Pazar

Bir Olamayan İki Nefes

Bir nefesti
Beklediği
En değer verdiklerimden birinin
Nefesim varken veremedim
Şimdi kesildi nefesim.

Bir nefesti
Beklediği
En zor anında benden

Bekliyor muydu gerçi
O da bilmiyordu
Korkuyordu çünkü
Bir nefesi bile
Yanlış anlayacaklarından

Bir sesti aslında beklediği
Nefesimin taşıdığı
Kulaklarını dolduran
Aklını yatıştıran

Çok gördüler bunu
Hor gördüler onu
Sesler kesildi önce
Nefesler sonra
İki ayrı yerde iki ayrı nefesiz şimdi
Dimdik ayakta
Korkusuz
Kavuşacağı günü bekleyen.

Yarın Ölürsem Eğer

Düşündüm,
Yarın ölürsem diye
Neler kalacak ardımda
Yaşamadıklarımdan?
Neleri yapmak istedim de
Yapamadım
Hangi tabularımı kırmak istedim de
Kıramadım
Sırtımdaki hangi yükleri atmak istedim de
Atamadım
Kiminle olmak istedim de
Olamadım
Kimlerden kaçmak istedim de
Kaçamadım

Neler verdi hayat bana
Ben neler ummuştum oysa
Kimbilir belki de
Yarını düşününce
Aklıma geldi, neler istediğim
Yaşamdan.

Yarın ölürsem eğer
Ruhum özgür kalsa da
Aklım ve duygularım kalacak bu dünyada
Yaşamak isteyip de
Yaşayamadıklarım için
.....
Yarın ölmeyeceğim
Belki daha sonraki gün de
Bedelini ödeyip yaşayamadıklarımın
Ölüme ben gideceğim
O bulmadan beni.

22 Haziran 2008

Dostluk

Yıllar öncesinden bir dostla buluştum dün; çok çok uzun bir süre sonra... Meraklıydım nasıl bulacağım onu diye, değişmiş mi diye. Yirmi iki yıl önce tanımıştım onu;henüz Onyedi yaşımda üniversiteye ilk girdiğimde. Uzun uzun konuştuğum, pek çok konuda sohbet ettiğim dertleştiğim karşı cinsten ilk arkadaşım o olmuştu.
İncecik, çok narin, zayıf ve her zaman insanlara pozitif bakan biriydi. Küçük yaşına rağmen büyük bir dünyası vardı. Sonsuz bir hoşgörüsü vardı. Benim kendimi ilk kez bulmamda, kendi benliğimin ve değerlerimin keşfinde ilk yol göstericim olmuştu. Ve ben onunla tam Onsekiz yıldır konuşmamış, sohbet etmemiştim.
Dün akşam, tarihini anımsamadığım son sohbetlerimizin devamını yaptık; sanki arada hiç boşluk yokmuşçasına... Garip bir duyguydu; karşılıklı oturmuş birbirimizin gözlerine bakarak kaldığımız yerden devam ettik. Sözcükler ağzımızdan çıkarken belki ikimiz de birbirimizin değişip değişmediğini, daha doğrusu ne kadar değiştiğimizi sorguluyorduk.
Anladık ki, birbirimizin özünü o kadar iyi biliyoruz ki yaşam bizi ne kadar zorlamış olursa olsun, ne kadar bizi farklı yollara yönlendirmiş olursa olsun özümüz aynı kalmış; değişmemişiz. Yirmi yıl önceki bakış açımızın genişliği, insana ve dünyaya yaklaşımımız, hayattan beklentilerimiz değişmemiş. Hayat her ikimize de eşit derecede cömert davranmamış belki, belki de birimiz değerlerine daha sıkı sarılmış ve hayatın verdiklerine yüz çevirmiş. Birimiz ise bildiklerini ve yeteneklerini, yapabildiklerini, hayata bakışını belli bir bedel karşılığı belli amaçlar için kullanmış, sahip olduklarını arttırmış. Oysa diğerimiz, tüm niteliklerini çevresindeki insanlara, öğrencilerine adamış; kendince de bazılarının dünyalarını değiştirmiş. Belki de hayatla didişmeden sadece onun verdikleri ile yetinmiş, onunla çok çatışmamış...
Doğrusu hangisi bilemiyorum. Ama dün, yaptığı pek çok şeye ve sahip olduğu değerlere benden çok asılmış olmasına özendim.
Yalnız kalmış, zorlanmış, bazen köşeye sıkıştırılmaya çalışılmış belki; ama ödün vermemiş değerlerinden, pes etmemiş hayat karşısında ve eskisi kadar çocuksu olmasa da, gülümsemesi kaybolmamış. Sadece, arada geçen uzun yılların deneyimi ve yorgunluğu eklenmiş gülümsemesine.
Dün belki de kaldığımız yerden devam ettik sohbetimize, hiç yabancılık çekmeden, hiç sıkılmadan, hayatlarımızdaki önemli bir boşluğu doldururcasına.
Yaşamlarımızı sorguladık, yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı. Beklentilerimizi paylaştık geleceğe ilişkin; sıkıntılarımızı anlattık. Ve ilk kez belki de birisi açıkça ve dürüstçe gerçek bir dost olarak, beni düşünen olarak, yüzüme karşı beklediğim doğruları söyledi.
Hayatta gerçek bir dost bulmak çok zordur; birkez bulduğunuzda da asla kaybetmezsiniz onu.

22 Haziran 2008

1 Haziran 2008 Pazar

Varlığım Nefesim Özüm

Özünden yitirdiklerini
Yıllar içinde
Zorluklar içinde
Yine özünde bulacaksın
Dönebilirsen eğer ona

Özünden kopardıklarını ötekilerin
Koparıp yokettiklerini
Senden eksilttiklerini
Yine özünde bulacaksın
Özünden çoğaltacaksın onları
Dönebilirsen eğer ona

Seni sen yapanları
Sen'in "ben"inde olanları
Kimsede olmayanları
Yine sen bulacaksın
Özüne dönebilirsen eğer
Anlayabilirsen eğer
Özünün
Nefesinden başkaca birşey olmadığını...

Yaşamın Oyunu

Yaşam
Bazen oynar seninle
Aklınla yaşaman gerekir der sana
Kanarsın sen buna

Gönlünle yaşa der kimi zaman
Kanarsın buna da

Aslında bilmez o da
Keyfinin nasıl çıkarılacağını
Nefes aldığın her an nasıl mutlu olacağını
Korkularını nasıl yeneceğini

Kanma sen yaşama,
Sen varsın diye var aslında
Sen yoksan yok o da
Onu var kılan sensin
Tıpkı güzel yapan
Anlamlı yapan da sen olduğun gibi
Öğütlerin sahibi de sensin
Ağıtların sahibi de
"Keşke"lerin olduğu gibi...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

SENİN UMUDUNLA (III)

Böyle mi olacaktı
Ömrümün sonları
Kolay mı olacaktı
Ardımda bırakmak sevdiklerimi

Bir umsarsız hastalık mı böyle
Alıp koparacaktı sevdiklerimi benden
Beni sevdiklerimden
Kalbim bir an duracak ve bir daha
Atmayacak mıydı.

Beklerken sonu
Belki de çok yakında gelecek olan
Umudu yitirmemek gerek
Direnmek gerek
Sonuna kadar
Seninle olup tekrar Tanrı'm
Bir yağmur damlası olarak dönmek dünyaya
Belki tek çıkar yol şimdi
Beklerken ölümü.
Oysa sen de bir nefes'sin
Ben de bir nefes
Duydukça senin nefesini nefesimde
Umudum var hala diyorum
Çare bulmakta derdime
Ömrümü uzatmakta
Seni sende yaşamakta.

19 05 2008

SENİN UMUDUNLA (II)

Sen oradasın
Ben burada
Bir değil miyiz aslında?

Nasıl ki benden bir parçasın sen
Ben de senden bir parça değil miyim?
Nasıl bırakır da beni ben yapanları
Gelir bir olurum seninle ben

Yüreğim derinlerde gömülü
Sen gel diyene kadar
Sen ki yüceler yücesi Tanrı'msın
Nedendir ki bensiz yapamazsın?

Ben senin umudunla buradayım
Sen benim umudumla ne yaparsın?

Hürüm düşüncelerimde
Hürüm kararlarımda
Senin hükmün gelinceye kadar
Bir "gel" demen yeter
Nasıl yettiyse bir "ol" demen
Gelir bir olurum seninle.

19 05 2008