Kelimenin Sözlük Anlamı
Sembol kavramının Türkçe Sözlük’teki anlamına bakacak olursak:
Sembol: Duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret, remiz, rumuz, simge.
Sembolizm: Olayları yorumlamaya ve inançları anlatmaya yarayan semboller sistemi, simgecilik.
Simge kelimesinin etimolojisine baktığımızda Yunanca “atmak” ve “tanıtmak” anlamını dile getiren “bal” kökünden türetilmiştir. Eski Yunanlılar “tanıtıcı im” anlamında “sumbolon” deyimini kullanırlardı. Dilimizde ise “işaret” anlamına gelen “sim” sözcüğünden türetilmiştir.
Metafizik anlamda bakacak olursak sembol, kısaca görünmeyeni dile getiren olarak tanımlanabilir. Bu anlam inançsal bir anlamdır. İlkel toplumlardan bugüne kadar gelen inançlar toplamıdır.
Dinler ve dinsel gizemcilik, tümüyle simgeciliktir. Başta tanrı kavramı olmak üzere dinlerin tüm kavramları simgeseldir. Sayıcılık, harfçilik, noktacılık gibi gizemsel öğretiler sayıları, harfleri, noktaları birer simge olarak kullanırlar ve bu simgelere bir takım dinsel-gizemsel anlamlar yakıştırırlar. İçrekçilik, Bâtınilik gibi mistik öğretiler sözcüklerin açık anlamlarını birer sembol sayarlar ve gerçek anlamların bu sembollerin ardında gizli bulunduğunu ileri sürerler.
Konumuza biraz da bilgi kuramı açısından bakmanın yardımcı olacağını düşünüyorum.
İnsan doğadan farklılaşıp bilinç sahibi bir varlık olarak kendisini ve çevresini algılamaya başladığı andan itibaren semboller ile kavramaya başlamıştır. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, insan da içinden çıktığı doğanın bir parçasıdır. Evrenin gelişim ve evrimleşme süreci içinde geçirdiği çeşitli aşamalar ve kimine göre ereksel kimine göre ise rastlantısal olarak bugünkü biyolojik ve psişik durumuna ulaşmıştır. Milyonlarca yıl süren bugünkü duruma gelişim süreci genetik olarak gerek biyolojik gerekse psişik pek çok öğeyi de bir nesilden bir nesile aktardı. Coğrafi, sosyolojik ve biyolojik nedenlerin, anlaşılması belki de mümkün olmayacak karmaşık ilişkileri ve etkileşimleri sonucunda elde edilen tüm bilgi ve yaşam deneyimleri başlangıçta genetik olarak, sonrasında ise dilsel ve yazılı olarak nesilden nesile aktarıldı.
Nesiller arası iletişimin milyonlarca yıl öncesindeki olanaklılığı ile sembollerle aktarımın yapılabilmesi, ardından semboller dizgesi olan dilin daha kıvrak bir şekilde kullanılacak şekilde gelişmesi, ardından da sözlerin ve sembollerin kalıcı ifadesi olan yazının ortaya çıkışı ağırlıklı olarak yatay olan iletişimi artık dikey olarak da yapılabilir hale getirmiş oldu.
Böylece, gelenek ve göreneklerin dışında, çevresel etkenler, tehlikeler, barınma ve beslenme olanakları, bir neslin yaşadıkları deneyimler gibi temel bilgiler ve sonrasında ise günlük önemli olaylar, iletilmek istenen mesajlar, gelecek nesle kalması istenen söylevler, bilim ve edebiyat gibi geniş bir yelpazedeki doğanın içinden gelen ama bir şekilde doğadan farklılaşabilmiş ve doğanın üzerinde olmak anlamında dışında bir varlık düzeyi oluşturabilmiş olan insanın gelişimine olanak verecek şekilde iletilmiş oldular.
Semboller ve sembolizm bu süreç içinde çok önemli bir yerde konumlanmaktadır. Aslında basit anlamıyla bakıldığında sembollerin ortaya çıkışı ile kültürün ortaya çıkışı eş zamanlıdır denebilir. Kültür, insanın doğadan farklılaşabildiği ilk anda ortaya çıkan yapıp etmeleridir aslında. Bunun için ise bir şekilde algı ve algının yansımasının anlaşılabilmesi gerekir.
Konuya felsefe açısında bakıldığında genel olarak var-olan kavramına var-olan – düşünme – dil üçgeninden bakmanın doğru olabileceğini düşünüyorum. Eğer çok genel olan ve çeşitli düzeylerde yer alan ama birbirlerinden aynı zamanda öznitelikleri bakımından çok farklı olan var-olan biçimlerini anlamak istiyorsak bu üçlü bakış bize yol gösterecektir.
Üçgenin bir köşesi olan “Varlık” kavramını konumuz çerçevesinde “var-olan” maddi dış dünya olarak düşünmemiz gerekli. Böyle baktığımızda var-olan’ın insandan, insan zihninden tamamen bağımsız olduğunu görürüz. Bir başka deyişle bilgi kuramlarındaki süje – obje ilişkisi açısından bakıldığında var-olan, yani obje süjeden yani insandan tamamen bağımsızdır, üstelik süjenin kendisini bilme çabasına karşı da tamamen kayıtsızdır. Bu açıdan bakıldığında süje, objeyi bilebilmek adına sürekli olarak obje ile arasında yeni bağlar kurmak, objeye farklı bakış ve algılama açılarından bakmak, yeni yöntemler geliştirerek her seferinde farklı algılanımlar elde etme çabasındadır. Bu çabaların sonucunda süje bilgiyi elde eder. Dolayısı ile süje ile obje arasındaki ilişki, ya da süjenin objeyi bilme çabaları bilgiyi oluşturmaktadır. Bilgi sadece süjede oluşur, objenin tek niteliği ise var-olmaktır. Bir başka deyişle Aristoteles’in sorduğu “Var-olan Nedir?” sorusunun yanıtı olan “Vardır” kelimesi var-olan tek gerçek özniteliğidir. Diğerlerinin hepsi kendisine süjenin yüklediği niteliklerdir ki süje bunları yüklerken tek amacı objeyi bilmektir, bir başka deyişle bir diğer varlık düzeyine çıkarmaktır. Konunun bilgi bilimsel yanına daha fazla girmeden daha temel noktada yer alan üçgen kavramımıza dönersek sanırım yolumuza daha fazla kavram karmaşası yaratmadan devam edebilmiş oluruz.
Gerçeklik, ontolojik anlamdaki gerçeklik, bir diğer deyişle Aristoteles'in "Var-olan nedir?" diye sorup "Vardır" şeklinde yanıtladığı gerçeklik bizden uzaktır; bizim onu dolaysız kavramamız mümkün değildir. Gerçekliği kavrayışımızda bize aracı olan şey insana özgü olan düşünme boyutudur. Birtakım sinirsel uyarımlar sonucu bizde oluşan algının belleğimizi oluşturmasıyla ve zihnimizin kendi yapısından kaynaklanan bazı süreçlerle gerçeklikteki nesnenin bir yansısı olarak kabul ettiğimiz bir başka gerçeklik boyutu oluştururuz.
Dış dünyayı deneyimleyerek oluşturduğumuz bu diğer gerçeklik boyutunun ontolojik anlamdaki gerçeklik ile özdeş olduğuna 'genellikle' inanılır. Bir bakıma bu son derece doğaldır çünkü az önce de belirtildiği gibi gerçekliği biz ancak deneyimleriz; deneyimlerimiz sonucu onun hakkında bir kanıya ulaşırız.
Deneyimleyerek ulaştığımız sonuçların daha sonraki deneyimlerimizle de uyuşması nedeniyle gerçekliğin doğrudan bir kavrayışına sahip olduğumuza inanırız. Anlıksal varlığın, düşünme bağlamındaki varlığın dile dökülmesi ile bu kez de bir başka anlamda varlık ortaya çıkar. Dil burada iletişimin ve daha temel olarak da deneyimlerin paylaşımının zorunlu bir koşulu olarak kendini gösterir. Var-olan’ı algılayarak oluşturduğumuz zihinsel varlığı dile getirme ihtiyacımız vardır. Böylece var-olan’ın sembolü zihnimizde oluşur. Dile getirilen varlık ise artık zihnimizde oluşan zihinsel varlıktan tamamen farklıdır, çünkü bu kez dile getirileni algılayan insan ya da insanlar söz konusudur. Doğal olarak her bir bireyin de benzer deneyimler sonucu elde ettiği aynı var-olan’ın algısı kendi zihinlerinde bulunmaktadır. Dile getirme ise bireylerin zihinlerinde oluşan var-olan’ın yansımasının uzlaşmacı ifade edilişidir. Bir başka deyişle dil, bir uzlaşmanın aracı ve sonudur. Böylece ortak dili, daha doğrusu o dilin kültürünü paylaşan insanlar topluluğu var-olan’ın zihinlerindeki yansımaları üzerinde uzlaşmış olurlar. Bir kez bu uzlaşı sağlandığında ise artık geri dönüp aynı dile getirmeden birbirlerinin anladıklarının farklı olup olmadıklarını sorgulamazlar bile. Bu nokta artık bir zemin noktası haline gelmiştir.
....
Konuyu daha fazla dağıtmamak amacı ile dil ve kültürün yayılması, gelişmesi, uzmanlık alanlarının oluşması, tüm bunlara ilişkin yazılı ve yazılı olmayan kural ve geleneklerin oluşması ve bunların örgün ya da yaygın eğitimle nasıl aktarıldığı konularına girmeyeceğim. Bu nedenle sembollerin işte bu temel uzlaşma zeminin, altyapısının üzerine kurulan ve içi birikimsel olarak bireyden bireye, nesilden nesile ve toplumdan topluma büyüyen, artan ve güçlenen birer imgeler, soyutu işaret eden somut şekiller, maddeler olduğunu vurgulamakla yetineceğim ve dünyadaki pek çok farklı kültürde ve geçmiş uygarlıklarda da mevcut olan bir örneği aktarmakla yetineceğim: Merkez Simgeciliği.
Mircea Eliade’den alıntılarsak: “Dünyanın merkezinde yer alan bir Dağ, bir Ağaç veya bir Temel direği simgesi çok yaygındır. Hint geleneğindeki Meru tepesini, İranlılar’ın Harabereziti’lerini… Mezepotamya geleneğindeki Ülkeler Tepesi’ni… Anımsayacak olursak bunların hepsinin dünyanın merkezini simgelediğini, ülkenin, kentin, tapınağın veya krallık sarayının “Dünyanın Merkezi”nde, kozmik dağın zirvesinde yer alıyor olmalarından ötürü buraları dünyanın en yüksek yeri sayılıyordu, yani tufan sırasında sel baskınına uğramayan yegâne yer.”
İnsanın yaradılışı da Dünya’nın Merkezi’nde meydana gelmiştir. Merkez simgeciliğinin en yaygın çeşidi evrenin merkezinde olduğu düşünülen Kozmik ağaç’tır. İlkel toplumlara kadar giden mitolojilere göre bu ağacın kökleri cehennemde, dalları ise göktedir. Orta ve Kuzey Asya mitolojisinde bu ağacın 7 veya 9 dalı, 7 veya 9 gök katını simgelemektedir. Kozmik Ağaç aynı zamanda Eliade’nin Merkez Ayinleri dediği ayinlerde çok önemli simgesel bir görev de yapar. Bu tip ayinlerde kurban direklerinin köklerinin dünyanın merkezine kadar indikleri kabul edilmektedir. Örneğin Eski Hint’te kurban direği Evrensel ağaç ile özdeşleştirilen bir ağaçtan yapılmıştır. Bu ağacın tahtasından kurban direği yapılmakta ve bu da bir cins kozmik temel direk haline gelmektedir.
“Kurban törenini yöneten kişi bir merdiven koyarak karısına şöyle seslenmektedir: “Gel göğe çıkalım”. Kadın da şöyle cevap vermektedir: “Çıkalım”. Ve merdivende tırmanmaya başlamaktadırlar. Zirveye varıp, direğin tepesine değince, kurban yöneticisi şöyle bağırmaktadır: “Göğe ulaştık”. Veya direğin merdivenlerini tırmanıp kollarını açmakta ve tepeye ulaşınca şöyle haykırmaktadır: “Göğe tanrılara ulaştım: ölümsüz oldum”. “
Gördüğümüz gibi basit bir ağaç ya da kurban direği, arkasındaki sırları bilenler için son derece derinlikli ve somut ve soyut gerçeklik hakkında son derece derin felsefeler içeren bir semboldür aslında. Ve bu sembolü görüntünün ya da dilin arkasında yatan büyük ezoterik birikimi bilenler anlayabilir ancak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder