10 Aralık 2008 Çarşamba

Henri Bergson’un “DÜŞÜNCE ve DEVİNGEN” kitabındaki “METAFİZİĞE GİRİŞ” adlı Makalesinin Özeti

Bergson, bilgi edinmenin iki ana yöntemini belirler. İlkine göre bilgi edinilmek istendiğinde bilgi nesnesi etrafında dönülür; dolayısıyla değişen bakış açısı sebebiyle mutlak olandan uzaklaşılır relativ olan söz konusu olur. Bu ilk yöntem başvurulan bir görüşe dayanır, yani sistemcidir; aynı zamanda sembollerle iş görür. Bu iki özelliği onun bakışını kısıtlar. Buna karşıt olarak ikinci görüş hiç bir sembole ve görüşe ( sisteme) dayanmaz; nesne ile arasında bir mesafe bırakarak ona dışarıdan bir noktadan bakmak durumunda değildir. Sembol kullanmadığı için nesneyi kısıtlamaz. Dolayısıyla göreli de kalmaz mutlağa ulaşır.
Ben bir nesneye baktığımda, kendimdeki birtakım kavramlarla ona yaklaştığımdan dolayı onu sınırlarım ve onu doğrudan doğruya değil kullandığım kavramlarla deneyimlerim. Bu sebeple onun dışında kalırım ve böylece izafide takılıp kalırım. Mutlağı yakalamanın yolu ise devingene bir iç yüklemek, durumlarla bağdaşmak ve bir muhayyile çabasıyla bu durumlara katılmaktır. Ancak bu yolla nesnenin kendisine ulaşırım, onu içeriden kavrarım.
Bir şeyi semboller aracılığı ile bilmem bana asla tümü vermeyecektir. Bunun yerine onunla bir aralık da olsa özdeş olmam sayesinde basit ve bölünmez olan duyguyu elde ederim. Semboller ve görüşler, beni, şeyin dışında bırakırlar ve onda gerçekte bulunmayan şeyleri verirler. Mutlağa ulaşmam için onun dışında kalmamalı içten kavramalıyım.
Nesnenin bütün tanımları, betimlemeleri, bütün fotoğrafları her ne kadar birbirlerini tamamlasalar da tanımların, betimlemelerin, Fotoğrafların belirli bir mesafeden baktıkları nesnenin kendisi olmayacaklardır. Dolayısı ile asıl nesne her zaman – bütün kopyaları karşısında – yetkin kalacaktır; bu anlamda o, mutlaktır.
Mutlağı anlatmaya çalışan her çabalama görelidir. Bu göreli yaklaşımlar ile mutlağa gittikçe yaklaşırız – ama asla ulaşamayız.
Mutlağa ancak bir sezgi ile ulaşabileceğimiz açık gibi görülüyor. Sezgi ile ulaşacağımız mutlağın dışında kalan her şey bir analiz işi olacaktır. Bu da kavramın kendisinden de çıktığı gibi bütünü, bütünlüğü içinde kavramaz. Sezgi: kendisinde tek olan şey ile zamandaş olmak için bir nesnenin içine erişmeye yarayan bağdaşmaya diyoruz. Sezginin bu özelliğine karşın analiz bir tercüme işidir ve semboller aracılığı ile yapılır. Nesneyi kuşatabilmek için – çünkü ancak böyle kavrayabileceğine inanır – pek çok görüş açısından bakar ona ve dolayısıyla sosuz görüş açısı çıkar ortaya. Oysa sezgi basittir.
Bilimin işi analiz yapmaktır; dolayısı ile semboller kullanır. – Bundan dolayı görelidir. Metafizik ise, bilime karşıt olarak, öyle bir şeydir ki, gerçeği göreli olarak bilmez, mutlak olarak ele geçirir; gerçeklik hakkında bir takım görüşler kabul etmez ona girip yerleşir; onu analiz etmez, onun sezgisini edinir. Bu durumda metafizik sembollerden vazgeçmek gereğini öne sürer.
Hepimizde sezgi yoluyla kavradığımız en az bir gerçeklik vardır. Bu sürüp giden kendi benimizdir. Başka hiç bir şey ile bağdaşmayabiliriz ama kendimizle mutlaka bağdaşıyoruzdur.
Kendi kişiliğim üzerinde bilincimin iç bakışını gezdirdiğimde üç şeyle karşılaşırım: ilkin madde dünyasından gelen kavrayışlar ki, bunlar açıktır, ayrı ayrıdır ve üst üstedir ve bir nesne olarak birikiş bütünü kurmaya çabalarlar. İkincil olarak bu kavrayışlara iyi kötü bağlanık olan satırlar ki, bunlar kişiliğimin derinliklerinden kopup gelmiştir ve kendim değillerken oluşmuşlardır. Ve son olarak kavrayışlara iyi kötü bağlanık olan bazı eğilimler, devindirici alışkanlıklar ve gizil etkenlerle… Bütün bu unsurlar birbirlerinden ne kadar ayrı iseler bana da kendimden o kadar ayrı görünürler. İçten ve dışa doğru yöneldiklerinden bir araya gelince genişlemeye ve dış dünya da kaybolup gitmeye doğru kayıverirler. Fakat kendimi çevremden merkeze doğru toplarsam; kendi derinlerimde en çok yeknesak olarak, en çok sürekli olarak, en çok istikrarlı olarak kendim olan şeyi ararsam bambaşka bir şey bulurum.
Bütün önceki yüzlek pıhtılaşmaların altında bir akıp gidiş sürekliliği vardır. Bir zincirleme gidiş vardır ki, neyin nerede başladığını söyleyemem. Gerçekte – bunlar – ne başlar, ne de biter; uzayıp giderler.
Yaşamak kayıp gitmektir. Bu edim sırasında sürekli olarak yolumuz üzerindeki “şimdi” yi toparlar ve hiç durmadan ilerleriz. Bundan çıkan sonuç – bilinç, hafızadır.
Bilinçli bir varlıkta eşdeğer iki an yoktur. Çünkü her yeni an önceki anların izini taşır.
Her bir an kendinden sonrakini haber verir ve kendinden öncekini kendinde özetler.
Kendi süremizin akıp gidişini hiç bir eğretileme tam olarak anlatamaz. İç hayat bir tür “toplam”dır; tek tek örneklerle anlatılıp gösterilemez.
Kavramlar bu işte daha yetersizdir. Kendi kendimin akıp gidişimden edindiğim asıl duyguyu hiç bir örnek tam olarak anlatamaz. Sürenin sezgisinin yerini hiç bir örnek, kavram alamaz. Kavramlar –genellemeler oldukları için – o nesne ile ona benzeyen diğer nesneler arasında bir karşılaştırmayı ifade ederler. Bu karşılaştırma benzerliği ifade eder. Bunu gibi pek çok kavramla pek çok benzerliği ortaya koyabiliriz ve böylece sezgi ile sezdiğimizde akılla da ortaya koyabileceğimizi, kavrayabileceğimizi düşünürüz. Oysa sezgi karşılaştırma kabul etmez, tektir. Dolayısı ile bilimle, analizle elde edilmesi mümkün değildir. Genelleme, karşılaştırma gibi soyutlamalar geçerli olamaz, çünkü sezgi somuttur. Sezgi metafiziktir. Ancak kavramlar yine de, metafizik için zorunludur, çünkü diğer bilimler kavramlarla iş görür. Bilimlere ise metafiziğin ihtiyacı vardır, vazgeçemez onlardan.
Sürenin teklik ya da çokluk olduğunu söyleyemeyiz; gerçekte, süre hakkındaki basit sezgiye benzeyecek hiç bir şey yoktur.
Ancak sezgi ile sürenin kendisine nüfuz edebiliriz. Dolayısı ile benin süresini benin kendisi içten ve mutlak olarak bilebilirler. Metafizik, bunu, bir sezgi ile kavrarsa, bilim analizle kavramaya çalışır.
Örneğin psikoloji Beni analiz eder; parçalar.
Psikoloji bu tür soyutlama ve analizle gelişir. O, bir tek ruh durumunu olgusunu ayırır ve onu ele alır.
Bir şeyi her ne kadar analiz edersek edelim. Herhangi bir unsurundan onun tümüne varamayız. Oysa tersi mümkündür… Ancak bunun için de aklımın anlayabileceği bir anlam tasarlamam gerekir. İşte ben bunu sezgim ile sınayabilirim.
İşte filozoflar aynen bunu yaparlar: Sezgilerini akılla ifade etmek, kavramlara dökmek isterler. Deneyciler de akılcılar da analiz ile sezgiyi, bilim ile metafiziği birbirine karıştırırlar.
Psikoloji analizle, ancak ruh durumlarını ortaya koyar. Analizin yapabileceği başka bir şey de yoktur zaten. Psikolojinin analiz ile ortaya koyduğu ruh durumları benin bir şemasını çıkartmak, onun hakkında notlar almaktır. Oysa ben onlardan gizlenir.
Deneyciliğin analiz ile sezgiye varabileceği inancı yersizdir.
Akılcılık ta deneycilik gibi ruh durumlarını benin ayrılmış birer parçası diye kabul edip, bunları birleştirerek beni yeni baştan oluşturabileceğini, koruyabileceğini düşündüğünden yanılgıya düşmüştür.
Deneyciliğin yaptığı, tercümeyi orijinalin unsuru gibi görüp bu tercümenin unsurları üzerine akıl yürütmektir. Oysa gerçek deneycilik orijinali içten duymaya çalışır; bu metafiziktir. Bu gerçek deneycilik artık genellemeleri, soyutlamaları (kavramları) kullanmamak, yeni bir çabada bulunmak zorundadır. Öyle bir kavram kullanacaktır ki, artık sade o nesneye ait olacaktır. Bu tek basit bir ifadelendirmedir. Bunu yapan felsefe, o kolun taraflısı değildir; çünkü okulların yaptıkları bölümün üstüne çıkmıştır.
Felsefe, beni basit sezgisini benle sezip kavrayınca beni bilecektir. Bundan sonra tepeden aşağı, geriye, kavramlara inecektir. Ancak bu kavramların hiçbiri ve tümü sürüp giden şahsı vermeyecektir.
Süreklilikten kopartılmış iki kısım, iki an bana hiçbir zaman bütünü, sürekliliği vermeyecektir.
Aynı somut gerçeklik üzerine iki zıt kavram her zaman ortaya konulabilir. Bu tez ve antitez bağdaştırılamaz, çünkü kavramlar yolu ile bir nesne yapılamaz. Oysa sezgide zıt kavramlara kolayca geçilir, - böylece tez ile antitezin gerçeklikten çıktıkları görüldüğü için – bu anti tez ve tezin nasıl çalıştıkları ve bağdaştıkları anlaşılır.
Düşünmek, nesneden kavrama değil, kavramdan nesneye gitmektir. Bilmek te, hazır bazı kavramları alıp nesnenin bir eşdeğerini oluşturmaktır. Bu, nesneye bir etiket yapıştırmaktır adeta; yönelimimize göre farklı etiketler yapıştırırız. Bu işleyişi tersine çevirmek gerekir. Böylece ya felsefe yoktur, bu durumda eşya (nesne) hakkındaki her bilgi, nesneden elde edilecek çıkara yönelmiş pratik bir bilgidir; ya da felsefe yapmak, bir sezgi çabasıyla nesnenin kendisinde yer almaktadır.
Bu sezginin mahiyetini anlamak için, sezginin nerede bittiğini ve analizin nerede başladığını açıkça belirtmek gerekir.
Analizin ortaya koyduğu kavramlar, kendileri göz önünde tutuldukları sırada ölümsüzdürler. Bir ruh durumunu ayırıp incelediğimde onu ise öyle kaldığını tahmin ederim; onda değişiklik bulsaydım başka ardışık durumların olduğunu düşünürdüm. Ancak bunların her birini de değişmez farz edebileceğim unsurlar olarak kabul edebilirim. İşte bilimin sağlam temeli buradadır.
Ancak hafızasız bilinç yoktur. Geçmiş anlar yeniye katılacağına göre, değişmeyen bir durum yoktur. Süre budur.
Analiz ettiğim ruh durumunu süreden çekip çıkartsam bile bu ruh durumu bir zaman kaplar.
Süreden –adeta – kesip çıkarttığım aralık zamandır.
Analiz devimsiz üzerinde iş görüş; sezgi ise sürede yer alır. Sezi ile analiz burada ayrılır. Gerçek yaşanılmış olan somut değişimdir ve böylelikle fark edilip anlaşılır. Unsur ise değişmez olmasıyla… Unsur bir şemadır, bir yeni baştan inşadır.
Ancak analizin bu şemaları gerçeği yeni baştan oluşturmaz. Analizden seziye değil, seziden analize geçilebilir.
Değişebilirlik açısından: isteğimce yaptığım değişiklikleri ucuca getirsem de değişebilirliği oluşturamam. Çünkü onlar değişebilirliğin bölümleri değil unsurlarıdır.
Bir devim olan geçişin, devimsiz olan duruşla ortaklaşa hiçbir şeyi yoktur.
Her zaman, devimsizlikten çıkarak devingenliğe ulaşacağımızı sanırız. Duruşlar devimden önce değildir oysa. Devimden ise yavaşlamaya ve devimsizliğe kolayca geçilebilir.
Zorunlu olarak kendimizi devimsizliğe yerleştiririz, buradan alacağımız bir tutamak noktasıyla devimliliği yeniden kuracağımıza inanırız. Böylece gerçeğin bir taklidini yaparız; ancak bu taklit, sezginin vereceği gerçeğin kendisinden daha çok işe yarar hayatta.
Metafizik, kavramlardan gerçekliğe değil gerçeklikten kavramlara varmaya çalışan bir çabadır.
Metafizik, sezgi ile iş görür; sezginin konusu sürenin devingenliğidir; sürenin özü ise ruhtandır.
Süreyi anlar çokluğu olarak alırsak, en kısa sürede bile sayısız an vardır. Süreyi teklik olarak ele almam da yetersizdir.
Dışta, buna rağmen de zihnimiz de doğrudan doğruya verili bir gerçek vardır.
Bu gerçeklik devingenliktir.
Sağlam dayanak noktaları arayan zihnimizin hayatın her günkü akışında başlıca görevi birtakım durumları ve şeyleri göstermektedir. Zihnimiz, devinimin fotoğrafını çekerek birtakım duyumlar ve fikirler elde eder. Süreklinin yerine süreksizi, değişimin yerine sabit noktayı koyar. Bütün bunlar, sağduyuya, dile, pratik hayata, bilime zorunludur.
Devingen gerçeklikten, zekâmız, bir takım sabit kavramlar çekip çıkartabilir; fakat gerçekliğin devingenliğini yeni baştan kurmak mümkün değildir.
Kendi bilgimizin gerçekliği hakkında verilmiş olan kanıtlar, kaynaktan gelme bir aksaklıkta kusurludurlar; gerçekliğe ulaşmak için kavramlardan işe başlanması gerektiğini savunurlar.
Ancak zihnimiz ters yönü de takip edebilir. Felsefe yapmak, düşünce işinin alışılmış doğrultusunu tersine çevirmekten ibarettir.
Bu tersine çevirme işi yöntemli olarak hiç yapılmamıştır. Ancak insan düşüncesinin başarısının kaynağında bu vardır. Metafiziğin konularından biri keyfiyet farklılaşmaları ve tamamlamaları yapmaktır.
Bilimin temeli aslında sezgidir; ancak o, sağlam dayanak noktaları sağlayabilmek için bir anlatma ve açıklama yolu da bulmak zorundadır.
Devingene yerleşen ve nesnenin kendisini kavrayan sezgi bilgisi değil; devingene tespit edici olarak giden, hali hazırda var bulunan kavramlar aracılığı ile elde edilen sembollü bilgi görelidir.
Bilim ve metafizik, sezgide tekrardan birbirlerine kavuşurlar. Sezgiye dayanan bir felsefe bunu başarabilir. Metafiziğe daha çok bilim, bilime daha çok metafizik dayanır. Böylece bilimlerde bireysel dehalarca zaman zaman elde edilmiş olan sezgilerin sürekliliği sağlanabilir.
Değişmezde devinenden daha fazla bir şey olduğu görüşü doğru değildir.
Tersine, çağdaş bilim devimliliği bağımsız gerçeklik diye kabul ettiğinde başlamıştır.
Sürenin sezilişini elde eden insan, buna karşılık olmak üzere kalıplaşmış, seçik ve devimsiz kavramlar oluşturur. Doğaya uygun olan insan düşüncesine de bu gereklidir. Ancak felsefe, bunu aşmaya çabalamalıdır.
Bilimlerin sembolleştirme özelliği ile doğudan sezgi dolayında çok geniş bir çaba yaptığı analiz arasında bir fark yapılmaz oldu. Böylece bütün bilgilerimizin göreliliği düşüncenin yolu açıldı.
Çağdaş felsefe… Eski çağ düşüncesinin ters yönünde yürümeye doğru yönelmektir: ruhu ideanın üstünde bırakıyor –ruh: hayat tasası, idea: kolay kavranılma güveni
Metafiziğin –bilime karşıt olarak –başlıca varoluş koşulunun sembollerle ilgiyi kesmek olduğu sanılmıştır. Ancak yine de tespit, bölme ve yeniden kurma işi devam etmiştir.
Sezgi bir kez edinildi mi onu açıklamak için söyleyecek pek çok şey olur. Fakat bunlar hiçbir zaman yeterli olmaz; hiçbir zaman her şey söylenemeyecektir. Gözlemlenen olgular sezginin hamurudurlar. Çağdaş felsefenin üstatları, zamanlarının biliminin sunduğu bütün bilgileri özümsemiş insanlardı. Bir başka deyişle metafizik sezgisi madde ile ilgili bilgilerin zoru oluşacaktır; ancak bunların özetinden ya da terkibinden farklı bir şey olacaktır. Bu metafizik, tüm deneydir.
Her filozof gibi Bergson’un amacı da bilgi alanın da mutlak alanı yakalamak. Bu mutlak kişiye ya da zamana göre, sisteme de ya da bakış açısına göre değişmeyendir. “Mutlak” ın elde edilişi ise ancak metafizik ile olur. Metafizik ise sezgiyi kullanır. Dolayısı ile “ mutlak olana” ancak, sezgi ile ulaşabiliriz.
Mutlağın yolunun sezgiden geçmesine karşın, Bergson’a göre bir bilgi edinme yöntemi daha vardır: analiz. Analiz, olmadan sezgiyi elde edemeyiz. Analiz, sezginin hamurunu hazırlar. Analiz, nesneye farklı açılardan yaklaşır ve baktığı her açıdan o nesneye bir etiket yapıştırır. Daha sonra bunları birleştirerek nesnenin bütününün kuşatıcı bir bilgisini elde edeceğini düşünür. Oysa bakış açılarının sonsuzluğu bu olanağı kaldırır ve bu yolla elde edilen bilgilerin göreli olması sonucunu getirir. Bir tarafta nesne dururken onun karşısında –belirli bir mesafe de – o nesnenin çok kötü bir kopyası duracaktır.
Bu kopya bir sembol olacaktır. Semboller, genelleme ve soyutlamalar ile elde edilir; oysa bu, o nesneyi yansıtmayabilir ve yansıtmaz da. Her genelleme bir sınırlamadır. Dolayısı ile analiz, nesneyi, sınırlama yolu ile kuşatma çabasındadır. Sınırlamalar ise sonsuzcasına çoktur. İşte bilim böyle çalışır.
Bilimin karşıtı olarak Metafizik ise sezgi ile mutlağı yakalamak, nesneyi kavramak, kuşatmak ister. Sezgi, nesneyi, bütünlüğü ve akıp-gidişi içerisinde kavrar. Belirli bir noktadan bakmaz, orada mesafe bırakmaz. Bunun yerine doğrudan doğruya “tek” nesnenin içine girer. Dolayısı ile sezgi basittir de. Bütünün bilgisine onun parçalarında ulaşmaya çalışmaz, onun içine, iç devingenliğine, süresine girip yerleşir.
Filozofların yaptığı şey sezgilerini anlatabilmek çabasıdır. Ancak bu mümkün değildir. Çünkü sezgimizi sembollere döktüğümüzde hep ondan bir şeyler yitip gider. Filozof, sezgisini anlatabilmek için çok söz etmek zorundadır. Bütün bu çabaları ile mutlak olana –sezgisine – yaklaşır, ama onu kavramlarla ifade edemez.
Metafizik kavramdan gerçeğe değil; gerçek olandan kavrama varmaya çalışır. Kavramlardan yola çıkarak gerçekliği kavrayamayız; çünkü gerçeklik kavramlara sığmaz; gerçeklik akıp gitmektedir, kavramlar ise bu akıp gidişin belirli kesitlerine bakılarak oluşturulmuştur. Dolayısı ile kavramlar bir başka “gerçeklik” te tez ve anti tez vardır ancak bağdaşmazlar; çünkü kavramlar yolu ile bir nesne yapılamaz. Oysa sezgi, bir sürüp gidiş olduğu için kavramlar da dile gelen tez ve antitezi kavrayacağı gibi onun uzlaşımını da gerçeklik düzleminde elde edecektir.
Bergson’un metafiziği aslında bir deneyciliktir. Sezgi bire bir olan bir deneyimdir. Onun deneyciliği artık bir “ öz deneyciliği “dir. Ancak deneyim yeterli değildir, bütünün sezgisini bu deneyimlerde elde etmek gerekir.
İşte bu noktada bilim ile metafizik birleşir. Bu ikisini birleştirebilenler ancak dahiler olmuştur. Şimdi Bergson, bu işi sistemli bir biçimde yapıp, bunu dâhilerin tekelinden kurtarmak ister. Bu noktada denebilir ki metafizik için bilim zorunludur. Bütün filozoflar (metafizikçiler, sezgiyi kullananlar) çağlarının bilimlerini çok iyi bilen insanlardır. Ancak burada önemli olan her şeyi bilmek değil bunların tümünden bir sezgi elde edebilmektedir. Filozoflar bunu yaparlar.

Hiç yorum yok: