... Cafe'ye girdi -kahve mi demek gerekli acaba, belki de daha uygun olurdu bu isim-; bakındı biraz etrafına nasıl bir yer diye. Çekingen ve ürkekti; öyle her yere girmezdi; beğenmeyeceğinden değil, sadece, kendi gibilerinin gittiği bir yerler olmasını beklerdi. Kendi sınıfından, kendi dünya görüşünden...
Kısa bir göz atmadan sonra hızla boş bir masa aradı gözleriyle. Pek çok boş masaların içinde de en gözden uzak, ayak altı olmayan, garsonun bile uğramadığı bir masayı seçti; sesizce gitti, oturdu.
Yavaşça, sessizce ve özenle kitabını çantasından çıkardı, masaya koydu. kitap okunmuştu; belliydi kitabın hakkının verildiği. Bir önceki cafe'nin peçetesinin olduğu yer, son kaldığı yerdi. Orayı bulup açarken bir yandan da çantasından kalemini almaya çalışıyordu; ince uçlu bir kurşun kalem. En kolay onunla altını çiziyordu önemli yerlerin.
Ne içeceğini hiç düşünmedi, belliydi oradaki çoğunluk gibi onun da ne içeceği: " bir çay" diye seslendi yakından geçen garsona. Ama öylesine çekingen söylemişti ki, ayıp edecekti sanki garsona... Duymadı tabii ki. İkinci bir defa daha söyleme gücünü ne zaman bulacaktı kendinde kimse bilmezdi. Belki bugüne dek hiç düşünmemişti garsonun kendisi bile ama o biliyordu ki hakkının vererek yapılan her iş kutsaldır, hem de bu dünyada. Bir diğerinin emeğini, belki ufak bir hizmet için, belki kısa bir süre için satın almak, alçaltılmaması gereken bir davranıştı. Duymadı diye garson ilk seslenişini, ya ikincisinde sesini kontrol edemez ve daha da yükseltirse ne olurdu? düşünmedi bile garsonun umursayıp umursamayacağını. Kitabını okumaya koyuldu, nasılsa birileri gelir sorardı ne içeceğini. Sormasada ne olacaktı ki, amacı çay içmek değil, kitabını okuyacak sıcak ve kuytu bir köşe bulmaktı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder