25 Kasım 2007 Pazar

Masum

Bugün otobüste gördüm onu

Yeşil gözleri, masum bir yüzü vardı

Uzundu boyu, zayıftı vücudu

Şık giyimliydi bir hanımefendi gibi

Belliydi halinden kibardı karşısındakine

Dudakları hafifçe kıvrılmıştı

Masum bir bebek gibi...

Gözleri ileride birşeye bakıyordu

Yalnızca kendisinin görebildiği

Arasıra bir ifade kaplıyordu gözlerini

Okumak istiyordum gözlerindeki o ifadeyi

Ama o denli fazla bakamıyordum ki gözlerine

(Yıl: 1987)

Çaresiz

Karanlık boş bir caddede

İlerliyordum sıcak evime doğru

Bir ses duydum birden

Kuytu bir köşeden

Öksürdü bir çocuk

Yırtılırcasına ciğerleri...

Ciğerleri değildi aslında

Yüreğimdi yırtılan

Çaresizlikle yumdum gözlerimi

Sıktım yumruklarımı

Geçip gittim

Üzülerek

Utanarak

Gözlerimden yaşlar boşalarak.

Güzel Günler

Bilir misin sen

Dünyanın nasıl iyi olacağını

Bilir misin

Sevgilerin nasıl bitmez, tükenmez olacağını

Bilir misin

Açların nasıl doyurulacağını

Bilmiyorsan üzülme sakın

Hiçkimse bilmiyor zaten

(Yıl: 1989)

3 Ekim 2007 Çarşamba

Mevlana'dan

SÖZ’E DAİR…


Bari konuşma
Vefan yoksa
Sözünün çoğu “ben” ve “sen” davasıysa

Bu söz
Öz kazancıdır sinenin
Yüzlerce can özü açığa çıkar susmakla

Öz harcanır gider
Dile geldiğinde
Az harca ki öz kalsın içinde

Az söyleyen adamda
Derin düşünce vardır
İç yok olur
Söyleme kabuğu kalınlaştıkça

Kabuk kalınlaştıkça
İç incelir
Kabuk inceldikçe
İç mükemmelleşir

Mevlana Celâleddin Rumî, Mesnevi, Cilt 5, 1174 -1178

27 Eylül 2007 Perşembe

SAVAŞIM

Kendi kendimle savaşım;
Bir başkasıyla değil
Yengi de benim
Bozgun da.
Kaybetmiyorum hiç;
Hep birşeyler kazanıyorum
Kötülüklerden arınıyor
Gelip geçiciliklerden uzaklaşıyorum

KARLI BİR KIŞ AKŞAMI

Karlı bir kış akşamı evinde
Yudumlarken sıcak çorbanı zevkle
Koparırken bir dilim ekmeği
Döküldüğünde kırıntılar yerlere
Yemeyip çöpe attığında bayat ekmekleri
Düşündün mü hiç sen dışarıdakileri
Yere döktüğün kırıntıları bulamadığı için
Açlıktan ölen serçeleri
Çöpe attığın bir dilim ekmek için
El açıp dilenenleri

25 Eylül 2007 Salı

Babamın Ardından

Babamın Ardından
Resmine bakıyordum şimdi; gecenin bu geç vaktinde… Ölüm haberini aldığım anı ve sonrasını anımsadım birden. Eve gelişimi ve odaya girişimi… Yol boyunca neler olduğunu kavramaya anlamaya çalışmıştım, ama sanki bir senaryo gibi gelmişti her şey bana; yazılmış ve oynamaya, yaşamaya mecbur olduğumuz bir senaryo; sen seninkini yaşamıştın, ben benimkini oynuyordum. Üzüntülüydüm, çünkü acı çekmiş ve zor günler geçirmiş ve ardından çok da fazla olmayan bir yaşta geçip gitmiştin dünyadan. Küçük kardeşimin telefonda sesi “babam gitti” diyordu. Ben beklediğim bu haberi sakinlikle karşılıyordum. Rolümü oynamam gerektiğini biliyordum. Dünyanın düzeniydi bu, seninki sürpriz bir son değildi; herkesinki gibi ve beklentilere yakın.
Yine de odaya girdiğimde karşılaştığım manzara beni ürküttü, duraklattı. Yatağın boştu, çarşafları bile toplanmıştı. Oda dağınık değildi, ama yerde çapraz bir şekilde uzanmış bir beden ve üzerinde beyaz bir örtü. Örtünün üzerinde bir bıçak. Bu Beyaz örtünün altındaki sen miydin gerçekten, yoksa bu sahnenin dekoru mu? Ölüm soğuktur derlerdi de anlamazdım. Bu sahne ile anladım. Yüzünü açtığımda çökmüş avurtların, açık ve maviliği bulanmış bulanmış gözlerin karşıladı beni. Son günlerinde tepki vermesen de gözlerinle izlerdin beni, bu kez o da olmadı. Sonra bedenine dokundum, buz gibi değildi ama soğumuştu. Anlamaya başladım ki o sen değildin, sen bir saat kadar önce giden bir şeydin, candın o bedendeki, akan kandın. Ölümün sessizliği ve soğukluğunu hayatımda ilk kez orada o an anladım. O gece kaç kez gidip gelip yüzüne baktım ya da vücudunun sıcaklığının düşüşünü izledim bilmiyorum. Bildiğim tek şey, daha önce ne yüzüne bu kadar uzun bakmıştım ne de sana bu kadar uzun dokunmuştum. Bütün geçmişin birikimi ve isteği miydi acaba, bilmiyorum.
Zorluklarla geçen ve belirsizliklerin peş peşe geldiği, plansız, beklentisiz ve belki de biraz umursamaz bir hayat yaşadın. Şimdi bilebildiğim kadarı ile yaşamını düşünüyorum da zor geçmiş, acılar çekilmiş, güçlükler yaşanmış olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Ölümüne pek ağlamadım, ama daha çok yaşayamadıklarına ağladım, üzüldüm. Belki de yaşamının en rahat dönemi olan son birkaç yılın kötü bir hastalıkla geçmesiydi ve bilerek doyasıya algılayarak ve anlayarak yaşayabilseydin son yıllarını, bu kadar üzülmezdim; ölümünün üzerinden üç ay geçtikten sonra yazmazdım bunları.
Varsa eğer öteki dünya, huzurlu ve mutlu ol orada….
İzzet Metcan 17 Aralık 2006 Saat: 02:25

Düşünün ki Ölmüşüm

Düşünün ki ölmüşüm ben, (kime ne ki?)
Hem de sudan bir sebepten.
Düşmüşüm pencereden ve bitmiş hikayem.
Bir kıyamettir kopmuş,
Bulduklarında beni
Kimbilir kaç saat ya da kaç gün sonradan.
Çok haykırmış karım,
Çok ağlamış kızım.
Unutmak zor olmuş,
Yeniden kurmak düzeni…
Ama hayat bu –ne demekse benim için-.
Sürer gider, benle ya da bensiz.
Ölmüşüm bir gün ansızın ya da hiç doğmamışım belki
Var mı farkı benim için?
Yoksa bile kimin umrunda
Gelmişim gitmişim niceleri gibi.
Şimdi uzaklarda mıyım, yakında mı
Bunları yazan mıyım değil mi
Bilen miyim düşünen mi
Yoksa bilinen ve anılarda kalan mı?
Farkındayım abesle uğraşıyorum,
Ama yapması gerek birilerinin…

Kendi Kendine Kalma ve Reflexion

Bazen durup gecenin sessizliğinde düşünürüm. Herhangi bir sorunu ya da yanıt beklenen bir konuyu değil. Belki de ertesi günkü gündelik yaşantımda hiçbir katıkısı ve yararı olmayacak şeyleri düşünürüm. Örneğin, sahip olduklarımı düşünürüm, geçmişi ve bugünümü düşünürüm, anılarımı ve yaşadığım olayları düşünürüm. Bunların hepsi biryerlerde vardırlar; nerelerde ve nasıl bilmiyorum ama varlar. Belki sadece benim zihnimde varlar belki de benimle birlikte o anda o anıları yaşayanların zihinlerinde de –halen- varlar. Ama nasıl ve ne şekilde bilmiyorum.
Dokunulabilecek somut şeyler değiller belki, ama istenirse paylaşılabilen aktarılabilen yazılabilen çizilebilen şeyler. Oysa hiç paylaşmasam, hiç yazmasam, kağıda dökmesem de benim için varlar ve benim bugünümü oluşturan çok önemli yaşantılar onlar.
Bazen düşünürüm; tamam açıklayamasam da geçmiş yaşantılarım varlar da geçmişteki özlemlerim neredeler? Yaşamak isteyip de yaşayamadıklarım, görmek isteyip de göremediklerim neredeler? Bir bütün olarak yaşanmamışlıklarım, deneyimleyemediklerim neredeler? Düşlerim, kabuslarım gerçekçi ya da gerçeküstü hayallerim, anımsadıklarım ya da anımsayamadıklarım neredeler?
Kime, ne zaman ve nasıl sorabileceğim ben bunların hesabını? Yaşanmamışlıklarım ya da yaşanmış ama unutulmuşluklarım nerede ve nasıl karşıma çıkacaklar?
Herşey bir hayal mi? Yoksa gerçeklik sadece bir an mı içinde bulunduğumuz? Yarın nasıl hesaplaşacağım bugün, şimdi, şu an yazamadıklarımla? Nedir onlar ve neredeler şimdi? Neden yazamıyorum onları, ya da neden düşünemiyorum?