21 Nisan 2012 Cumartesi

TANRI ANLAYIŞLARI

Tanrı, Allah, Rab, Evrenin Ulu Mimarı, Ulu Yaradan gibi isimlerle anılan; her toplumun, her inanç dizgesinin şu ya da bu nedenle kendisine ihtiyaç duyduğu; görünmez, bilinmez, her şeyi kapsayan her şeyin hem içinde hem de aynı zamanda dışında olan, en mükemmel olan, en affedici olan, kusurlu insanın kusurlarını bilen, gören, affedebildiği gibi cezalandıran bir varlığı kavramanın güçlükleri ortadayken, onu anlatmak nasıl mümkün olabilecek bilmiyorum.  Belki de bu nedenle insanlık tarihi boyunca “tanrı” kelimesi “bilmek” fiili ile değil “inanmak” fiili ve onun türevleriyle yan yana gelmiştir.
Yeryüzünde yaşamış olan insan topluluklarının yukarıdakiler ya da benzeri nitelikleri taşıyan “tanrı” dediklerinin sayısının üçyüz milyondan fazla olduğu iddia ediliyor. Bu nedenle kavramın içeriğini açımlama çabasının tüketici bir şekilde sonuçlandırılması elbette mümkün olamayacak.
Hayyam’ın Tanrısı
Edebiyatta Tanrı deyince akla gelenlerden birisi de Ömer Hayyam olsa gerek; şöyle diyor Hayyam:
“Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden
Melekler bu bedenin duyuları hep birden
Yerde gökte canlı, cansız ne varsa birer uzuv:
Budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen”
Hayyam Tanrıyı sorgular bir anlamda; çünkü Tanrısı ile arasına aracı koymaz ve şöyle der:
“Dün özledim de seni coştum birden bire;
Çıktım senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan:
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende!”

Bir başka dörtlükte ise;
“Tanrı bizi çamurdan yoğurup yaratır;
Ne yapacağımızı yazmış satır satır.
Bir tek eylemim yokken yargısı dışında,
Hangi akla sığar ki, yaksın çatır çatır.”
Şeklinde Tanrı anlayışını açımlar.
Hayyam’ın her bir dörtlüğünde Tanrıya atfedilen bir niteliğin yansıdığını görürüz, kimi zaman över kimi zaman yerer:
“Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme;
Halk neden karşı kor Tanrı emrine?
Bize herşeyi yaptıran kendi madem,
Kulu sorguya çekmenin âlemi ne?”
Ya da buradaki gibi içindeki Tanrıyı açığa vurur:
“Gökleri yarıp darmadağın ettiğin gün,
Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
Sen sorguya çekmeden ben soracağım sana:
Ey Tanrı, hangi günahım için beni öldürdün?”
Tanrı, siyahla beyazın, iyiyle kötünün, ying ve yangın, dualitenin içinde eridiği varlıktır:
“Tanrım, hayır şer kaygısından kurtar beni;
Kendimden geçir, seninle doldur içimi
Aklım ayıramıyor iyiyi kötüden
Sarhoş et bari ne kötü kalsın, ne iyi.”
Tanrı sözü sözdür ama yarattığı insanın kökleri de bu dünyadadır aslında; şöyle der:
“Bilmem, Tanrım, beni yaratırken neydi niyetin,
Bana cenneti mi, cehennemi mi nasip ettin;
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı bir de yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin.”
1123 yılında ölmüş olan Hayyam’ı yukarıdaki dörtlüklerinde yer aldığı gibi anlarsak, arkasındaki mecazları tamamen gözden kaçırıp gizli anlamları yakalayamayız.
Oysa
·       Kadeh Taşıyıcı’nın; Şarap ikramında bulunan kişi değil, Sufi şahı için ya da Tanrı için,
·       Ayyaş’ın; Sarhoş olup eylemleri üzerindeki kontrolünü kaybetmiş kişi için değil, Vecd halindeki Sufi için,
·       Meyhane’nin; içki tutkunun içki içmek ve sarhoş olmak için gittiği yer olarak değil, kişinin İlahi Sevgi’nin şarabını keyifle içebileceği yer, yani bireyin ruhsal kalbi için,
     Şarap’ın; İslam Peygamberince yasaklanmış ama cennette vaadedilmiş bir içki değil, İlahi Varlık, yani Tanrı hakkındaki bilgi; mistiğin kalbinin kadehini dolduran “İlahi Sevgi Duygusu” için,
Kullanıldığını bilirsek, dörtlükleri anlamlandırmamız ve Hayyam’ı kavramamız daha mümkün olacaktır.
Her ne kadar akla ilk gelenlerden birisi Hayyam olur dediysek de, Türk Şiirinde Tanrıyı konu yapan ve hatta kafa tutan pek çok şair ve ozan vardır. Fuzuli, Baki, Naili, Hasan Dede, Dertli, Yunus Emre, Hallacı Mansur, Kaygusuz Abdal, Azmi, Kazak Abdal, Kul Hasan bunlardan sadece bazılarıdır. Söylemlerinde Tanrıya kafa tutuş, Tanrının karşısında insanın direnişi, insanın kendini Tanrı sayışı, Tanrının kınanması, Tanrı-İnsan birliği ve insanın Tanrıyı yaratışı allacıyer alır.
Tanrı anlayışlarının en çok özümsenerek somutlaştığı halk söylenleri ve özellikle nazım nitelikli yapıtlardaki örneklere tekrar dönmek üzere konuya biraz daha bilgisel açıdan bakmak yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
Tanrı Kelimesinin Etimolojisi
“Tanrı” sözcüğü Türk lehçelerinde “gök” anlamına gelen “tan” deyiminden türetilmiştir.[1]
  • ·       Altay Türklerinde “tanrı”,
  • ·       Yakutçada “tanara”,
  • ·       Çuvaşçada “tura”,
  • ·       Moğolcada “tangı”,
  • ·       Kazancada “tangırı” gibi çeşitlemeleri vardır.

Batı dillerinde, Hint-Avrupa dil grubunun “parıltı” anlamına gelen “dei” kökünden türemiş ve ilkin Sanskritçede “tanrı” anlamına gelen “devah” ve sonra Yunancada “tanrısal” anlamında “dios” ve daha sonra “tanrı” anlamına gelen “theos” deyimleriyle biçimlenmiştir.
Latinceye “tanrı” anlamında ilkin “deivos” ve daha sonra “deus” deyimleriyle geçmiştir.
Musevilikte “ruh” anlamına gelen İbranice “eloah” ve “odur” anlamına gelen “yahova” deyimleriyle anılmıştır.
Müslümanlıkta ise İbranicedeki “eloah” kelimesi “ilah” olarak geçmiş, İslamiyet öncesi dönemdeki çok tanrılı anlayış sonrasında tek tanrıyı ifade etmek için “El İlah” belirleyicisiyle birlikte “Allah” olarak ifade edilmiştir. Kelimenin kökeninin “El İlah”  olması nedeniyle İslam düşüncesi “Tanrı” kavramının genel, Allah kavramının ise özel ve tek olan bir varlığa işaret etmesi nedeniyle, Tanrı değil Allah denmesinin gerektiğini vurgular.
Mitolojilerdeki Tanrısal Özellikler
Tarih boyunca baktığımızda Tanrı kavramının genel bir tanımının yapılamadığını görüyoruz. Bununla birlikte çeşitli mitolojilerde bazı niteliklerin Tanrı kavramına atfedildiği saptanabilir. Bunlar:
  • ·       Doğaüstülük
  • ·       Tinsel Varlık Olma
  • ·       Ölümsüzlük
  • ·       Koruyuculuk
  • ·       Saygınlık
  • ·       Eleştirilmez Üstünlük
  • ·       Korkusuzluk
  • ·       Güçlülük
  • ·       Göksellik
  • ·       İlksizlik
  • ·       Yaratıcılık

Bu genellemelere karşın;
·       Tüm tanrılar doğaüstü değildir. Kimi zaman insanlar, bitkiler, hayvanlar Tanrı sayılmıştır.
·       Tüm tanrılar tinsel de değildir. Yunan Tanrıları, somuttur, bedenlidir, insanların arasında yaşarlar ve hatta ölümlü kadınlarla birleşir çocuk bile yaparlar. Ölümlü kadınlarla birleşip çocuk yapma geleneği Hristiyanlığın Baba-Tanrı anlayışına kadar sürmüştür. Museviliğin tanrısı bile Yakubla güreşir ve ona “İsrail” yani “tanrıyla güreşen” adını koyar.
·       Tüm Tanrılar ölümsüz de değildir; İskandinav Tanrılarının çoğu ölümlüdür. Yunan Tanrıları bedenli olduklarından öldürülebilirler.
·       Tüm Tanrılar koruyucu da değildir; çeşitli mitolojilerde Tanrılar insanları korumaz, tam tersine kötülük ederler. İnsanlar tanrıların zararından kurtulmak için onlara tapmak zorunda kalırlar.
·       Tüm Tanrılar saygın da değildir; Gılgamış destanında tanrılar için “tatlı kokusunu alınca adağın başına sinekler gibi üşüştüler” denir. Gılgamış İştarla alay eder.
·       Tüm Tanrılar eleştirilmez de değildir; Anu kendisine Gılgamış’ı şikâyet eden kızı İştar’a şöyle der: “Kral olan Gılgamış’la kavga edersen o da elbette senin iğrenç davranışlarını yüzüne vurur.”
      Tüm Tanrılar korkusuz da değildir; Yunan mitolojisinde kendilerinin buyurduğu tufandan korkan Tanrılar korkudan dehşete kapılarak göğün en yüksek katına çıkarlar ve korkudan sokak köpekleri gibi titreyerek oradaki duvarların dibine sinerler.
       Tüm Tanrılar güçlü de değildir; Yunan Tanrıları istediklerini yapabilecek denli güçlü değilllerdir; kaderlerine bağlıdırlar, ona karşı koyamazlar.
·  Tüm Tanrılar göksel de değildir; çoğu mitolojinin tanrısı yeryüzünde yaşarlar, ağaç ve hayvan tanrılar olduğu gibi kimileri de Olimpos gibi yüksek dağlarda yaşarlar.
·    Tüm Tanrılar ilksizlik özelliğine de sahip değildir; Eski Mısır’da evren ilkin bir bataklıktır ve bu bataklıkta yılanlarla yumurtalar vardır. Tanrı Ra bu yumurtalardan doğar.
· Tüm Tanrılar yaratıcı da değildir; Ra nın doğması gibi pek çok Tanrının yaratıcılığı yoktur. Özellikle kadim dönem tanrılarının hiçbirinde yoktan varetmek yoktur. Onlar daha çok kaostan çıkartan, düzen sağlayan tanrılardır.
Gördüğümüz gibi mitolojiler tanrı kavramının ortak bir özellikler listesini vermez. Bununla beraber binlerce yıllık sözlü ve yazılı yaşama kültürünü, toplumu bir arada tutan temel bağlayıcıları oluştururlar. Bu bağlayıcıların, bir başka deyişle değerler sisteminin kimi topluluklar ya da kimi dönemlerde sıkı, bazen de gevşek olması tarihsel olarak görülen örneklerdir.
Her insan böyle bir dünyaya doğar; kökenini mitolojilerde bulan, örgün kamusal ya da kültürel öğelerle somutlaşmış çevreleyiciler neyi nasıl düşüneceğimizi belirler. Her birimimizin kafasının içindeki tanrı idesi için de aynı durumun geçerli olduğunu söylemek gerekir. Nüans farkları olsa bile aynı toplum içinde yaşayan insanların kafalarındaki tanrı idesi aşağı yukarı aynıdır.
Bununla beraber bir an için değer sistemimizin dışına çıkarak “Tanrı” sözcüğünü anlamlandırmaya çalıştığımızda işimiz zor görünüyor. İçinde yaşadığımız modern toplumsal yapıda Tanrı sözcüğü bize üç semavi dinin Tanrı anlayışını çağrıştırır ve başka anlayışlar yoksayılır, daha doğrusu aklımıza bile gelmez. Oysa günümüzde “modern” Batılı” kültürlerin dışında yine modern” başka kültürlerin çok farklı Tanrı anlayışları varlıklarını sürdürmektedir; bunun için Uzak Doğu’ya bakmak yeterlidir. Bu kültürlerdeki Tanrı algılayışları ve inanç biçimleri üç semavi dini de derinden etkilemiş olmalıdır.
Hint kültürünün çok eski yazılı belgelerinden olan Upanişad’larda şöyle deniyor:
 “Dünyaları hiç ara vermeden Yaratan üç unsurludur. Brahma, Baba; Maya, anne ve Vişnu, Oğul; Öz, Cevher ve Hayat. Her biri, diğer ikisini de içerir ve her üçü birden söze tarife sığmaz birliği oluşturur.”
Sümer mitolojisinden bir örnek çeşitli kültürlerdeki Tanrı anlayışları için bize iyi bir örnek olabilir. “Evrenin Kökeni”, “ Evrenin Düzenlenmesi” ve “ İnsanın Yaratılışı” olarak üç parçada özetlenecek olursa şunlar söylenebilir:[2]
Evrenin Kökeni: Adı “deniz” i sembolize eden ideogramla yazılan tanrıça Nammu “Gök’ü ve Yer’i doğuran ana” olarak betimlenir. Öncesinde gökyüzü ve yeryüzü tabanı yer, tepesi gök olan bir dağı oluşturuyordu. Gök, tanrı An; yer, tanrıça Ki olarak kişileştirilmiştir; onların birleşmelerinden de hava-tanrı Enlil doğmuştur. Enlil, Gök ile Yer’i birbirinden ayırmıştır.
Gördüğümüz gibi burada yoktan var etme söz konusu değil; ilk başta varolan denizin kökeni açıklanmıyor. Belki de bu ve benzeri etkilerle ilk filozof sayılan Thales ilk madde dediğimiz arkhe’yi ararken onun su olduğuna karar vermişti.
Evrenin Düzenlenmesi: Evrenin kökenini anlatan mitoslardan sonra gerek evrenin gerekse mitolojinin sahibi olan kültürün yaşamını şekillendiren ve düzenleyen mitolojiler vardır. Bunlardan birisi ay-tanrı Nanna’nın doğuşuyla ilgilidir. Enlil, tanrıça Ninlil’e tutulur ve onun ırzına geçer.  Bu ağır suçundan dolayı Enlil yer altı dünyasına sürülür; karnı iyice şişmiş olan Ninlil onun peşinden gider. Bundan dolayı ay-tanrı Nanna göklerin ışığı olacağına karanlık ölüler dünyasında doğar. Enlil karmaşık bir plan yaparak Nanna’nın göğe çıkmasına olanak sağlar. Sümer panteonunda ay-tanrı Nanna, tanrıların en büyüğüydü ve güneş-tanrı Utu, Nanna ile eşi tanrıça Ningal’in çocuğu sayılırdı. Daha sonra İbrani kozmolojisinde bu durum tersine çevrildi ve Güneş, tanrıların en büyüğü, Ay ise tanrıça oldu.
İnsanın Yaratılışı: Sümer mitolojisine göre insan toprağı sürmek, tanrıların geçimlerini sağlamak, onları çalışma yükünden kurtarmak için hizmet etmek amacıyla yaratılmıştır. Benzer yaklaşımlar Kur’an da Bakara 21’de “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekilerini yaratan Rabbinize kulluk edin, sakınılanlardan olasınız” şeklinde, Kitabı Mukaddes’te Yehova’nın İsrail oğullarını “özel” bir amacını gerçekleştirmek için özel bir araç olarak seçmiş olduğu şeklinde yer almaktadır. Sümer tabletlerine göre insanın yaratılışı şöyle gerçekleşir:
“Enki ve Ninmah çok şarap içip sarhoş olurlar. Ninmah “derin suların üzerindeki” balçıktan biraz alıp, birinin kısır kadın, ötekisinin hadım erkek olması dışında ne oldukları belirsiz altı farklı insan yaratır. Enki hadımın yazgısının kralın önünde [hizmete] durmak olduğunu bildirir. Mitos, Enki’nin ise daha başka şeyler yarattığı eylemlerini betimleyen sözlerle sürer. Akılca ve bedence çelimsiz bir insan yaratır ve Ninmah’tan bu acınacak yaratığın durumunu iyileştirecek bir şey yapmasını ister; ancak Ninmah hiçbirşey yapmaz ve böyle bir varlık yarattığı için Enki’yi lanetler. “insan” anlamına gelen İbrani sözcüklerden biri enoş olup, “zayıf” ya da “hasta” anlamına gelen bir sözcük köküdür. İnsanın bu yönü, İbrani şiirinde sık sık vurgulanır.”
Gördüğümüz gibi insanlar meraktan, gereklilikten, ihtiyaçtan, korkudan, korkutma isteğinden, egemen olma isteğinden, erkin etkin kullanımı isteğinden ve daha pek çok pratik gerekçelerle kendi tanrılarını yaratmış, bunların ikna edici ve inandırıcı olması için de türlü mitolojik biçimlerde yazı öncesi ve yazılı dönemde nesiller boyunca aktarılmasını sağlamışlardır.
Bunların insanlık tarihi boyunca bilinçli ve kesintisiz bir şekilde yapılmasının mümkün görünmediği dikkate alınacak olursa, aslında doğan günlük yaşamsal ihtiyaçtan kaynaklandıklarını kabul etmek gerekir.
Daha önce de aktarıldığı gibi, bugüne dek saptanmış üçyüz milyondan fazla tanrının varlık gerekçesinin başka türlü açıklanması zor görülüyor.
Uygarlık ilerleyip yazılı kültürün oluşmasıyla birlikte geçmişten gelen bu tanrı anlayışları cismani özelliklerinden sıyrılmış ve olabildiğince soyutlaşarak günümüzde de etkisini sürdüren anlayışlara bırakmıştır yerlerini.
Semavi dinlerin Tanrıları artık görünmez, soyut ve sadece aracıları ile mesajlarını ileten herşey gücü yeten sonsuz olan tanrılardır. Onlar artık tektir, birolandır.
Biraz da böyle bir Tanrı anlayışına bakmakta yarar var.
Tanrının kesin olan ve genel geçer niteliklerini göremiyoruz. Genellikle insanüstü ya da doğüstü olarak yapılan genellemeler olmasına karşın, örneğin Roma imparatorları da insanüstüydü. Spinoza ise doğa ile Tanrıyı eş koşmuştu.
Farklı inanç sistemlerinde ve bunların arkasındaki felsefi düşünceler açısından baktığımızda en temelde bazı sorunları görebilmemiz mümkün. Bunlar:
  • ·       Tanrının Aşkın ya da İçkin olması,
  • ·       Dünya ile İlişkisi,
  • ·       Temel Nitelikleri,
  • ·       Ne derece “kişisel” olduğu,
  • ·       Onu bilmenin yollarının neler olduğudur.

Tanrı kimi zaman aşkın kimi zaman ise içkindir. Bir başka deyişle, Tanrı bazen yarattıklarından bambaşka, onların dışında diğer birşeydir. Bunu en güzel olarak tek Tanrılı inançlarda putların yasaklanmalarında görebiliriz.
Thomas Aquinas’a göre “ilahi varlık içkinliğiyle bizim aklımızın erdiği her şeyi aşar.” Böylece biz Tanrının varolduğunu bilebilirken, onun özünü ya da ne olduğunu bilemeyiz. Bir başka düşünür Agustine’e göre Tanrının insan zihninde bulunması insanın sonsuz gerçekliği tanımasına yardımcı olur.
Kimi filozoflar ise Tanrıyı kısmen ya da tamamen dünyaya özdeşleştirirler. Batı düşünce dünyasında bunun en önemli temsilcilerinden birisi Spinoza’dır. Böylesi bir yaklaşıma panteizm denir.
Tanrının aşkın ya da içkin olması konusundaki tartışmalar çok derin olmakla birlikte, onun dünya ile olan bağı çerçevesinde belli başlı beş görüş ile ilintilenebilir.
İlk Neden Olarak Tanrı: Aristoteles’te gördüğümüz bu yaklaşıma göre Tanrı nedenlerin nedeni, ilk hareket ettiricidir. Aristoteles maddenin yaratılmamış ve sonsuz olduğunu düşünmekle birlikte, nedensellik zincirinin son halkasının böylece Tanrı’ya dayandırır.
Tanrıdan Sûdur Eden Dünya: Bu anlayışa göre dünya Tanrı’dan ortaya çıkmıştır, kaynağı odur ya da Tarnının kendisini açımlamasının sonucudur. Plotinus’a göre “Bir olan” bütün düşünce ve varlığın ötesindedir. Eğer dünya onun bir parçası olsaydı “bir olan” ın basitliği zarar görmüş olurdu. Eğer bir isteği ile dünyayı yaratmış olsaydı onun değişmezliği zarar görmüş olurdu.  Plotinus’a göre akıl, zihin ve maddi dünya “Bir olan”dan akıp gelir, tıpkı güneş ışınlarının güneşten çıkıp geldiği gibi.
Spinoza’ya göre ise dünya tanrıdır. Dünya mantıksal bir zorunluluk nedeniyle Tanrının özünden çıkmıştır ve şimdi olduğundan başka türlü olması da mümkün değildir.
Dünay ile Tanrı arasındaki benzer bir bağıntıyı Hegel’de de görebiliyoruz. Ona göre Tanrı dünyada kendini açar ve bizler bunu tarihsel olaylarda görebiliriz. Böylece Hegel’e göre Spinoza’nın tersine Tanrının kendini açması dinamik bir süreçtir. Yine Plotinus’un tersine Hegel’in Tanrısı, özünde bir olsa da, kendisini farklılaştıran bir tekliktir.
Düzene Sokulan Madde olarak Dünya: Kökenini en açık şekilde Platon’da gördüğümüz bu yaklaşıma göre Tanrının bir elinde biçimler, bir elinde ise önceden varolan madde vardır. Tanrının görevi ise önceden varolan maddeyle biçimleri bir araya getirerek rasyonel düzeni olan bir bütünü kurmaktır.
Hiçlikten Varedilen Dünya: Teist düşünce sistematiğinde olanlar, Tanrının dünyayı yoktan varettiğini savunurlar. Batı dünyasında bu düşüncenin temelinde Augustinus’u görüyoruz. Tanrı kendi isteğince tüm dünyayı yaratmıştır. Kendi doğasını tamamlamak için dünyaya ihtiyacı yoktur çünkü o kendi kendine yeterlidir.
Kozmik Sürecin Nihai Aşaması Olarak Tanrı: Kozmik sürecin temeli ve başlangıcı değil, sonucudur Tanrı. Dünya, madde ve ruh aracılığıyla uzay zamandan evrilerek gelişir. Tanrı kendisinin bedeni olan dünyanın bütünüyle içindedir, ancak henüz tanrılık olarak yoktur. Üstelik hiç olamayacaktır da; sonsuz bir mükemmellik durumu olarak tanrılık dünyanın sürekli hedefidir, ama ulaşılamazdır.
Tanrıya dünyanın olası bağıntı şekillerine göre farklı yaklaşımların gerisinde çok çeşitli inanç biçimleri olduğu gibi, çok çeşitli felsefesi sistemler ve akıl yürütmeler de vardır. Kimi düşünürler “bilmek için inanıyorum” derken kimileri “inanmak için biliyorum” derler. Her birinin çıkış noktlarını bir yana bırakırsak sağlam ve kendilerince temellendirilebilir argümanları vardır.
Konumuzun genişliği içinde daha fazla kabolmadan Tanrısal özelliklere bir kez de mitoloji dışından, düşünce tarihi içinden bakarak bazı belirlenimleri kısaca özetlemek isterim.
Çeşitli din sistemleri ve felsefi görüşlerde Tanrıyı diğer varolanlardan ayıran belli başlı özellikler şunlardır:
  • ·       Sonsuzluk (Infinity)
  • ·       Birlik (Unity)
  • ·       Basitlik (Simplicity)
  • ·       Tinsellik (Maddi Olmama) (Incorporeality)
  • ·       Değişmezlik (Immutability)
  • ·       Hissizlik (Acı Duymazlık) (Impassiblity) 
  • ·       Ezelilik (Eternity)
  • ·       İyilik (ihsan) (Goodness)
  • ·       Herşeyi Bilme (Omniscience)
  • ·       Herşeye Gücü Yetme (Omnipotence)

Bu kısa bilgiden sonra daha alışıldık ve çevremizde daha sık duyduğumuz kimi anlaşyış biçimlerine de kısaca göz atmak açıklayıcı olabilir.
Bunlar Teizm, Panteizm, Panenteizm, Agnostisizm, Ateizm, Politeizm, Henoteizm, Monoteizm, , Panenteizm, Dualizm, Deizm, Mutlak Monizm, Naturalizm… Bunların bir kısmına kısaca değinelim, çünkü diğerleri bunların türevleri olarak ortaya çıkmışlardır.
Teizm
Türkçesi “Tanrıcılık” olan Teizm inancı insanlara din gönderen, bunu da bir peygamber aracılığı ile yapan bir Tanrı inancıdır. Burada Tanrı insanlara doğru yolu göstermek için harekete geçmiştir. Yukarıda sayılan Tanrısal özelliklerin tamamına sahiptir Teizmin tanrısı; mükemmeldir, herşeyi bilir, tarifsizdir, herşeye gücü yeter, yaratıcıdır… Teizmin en önemli mantıksal zorunluluklardan birisi de mucizelere izin vermesidir. Teist Tanrının eli her zaman dünyanın üzerindedir; dilediğinde müdahale edebilir. Müdahaleleri Tanrının mucizeleri olarak görülür. Kimi zaman azizler, arifler vb gibi şahsiyetler aracılığıyla mucizelerini gösterir.
Teizm anlayışı bir dinle sıkı sıkıya bağlıdır. Semavi dinler Teizm anlayışı üzerine kuruludurlar.
Deizm
Türkçesi “Yaradancılık” olan Deizm anlayışı ise Teizm’in tersine dinlerden kopuktur ve dinleri reddeder. Sadece Tanrının varlığına inanır. Dinlerin reddinden dolayı da dinlerin getirdiği kurumsal yapılanma, kutsal kitaplar, sevap, günah, cennet, cehennem, peygamber, melek gibi varlık ya da kavramlara yer yoktur. Deizm, evreni yaratan ve kanunları koyan, bundan sonra da dünya ya da insanlığa hiçbir müdahalesi olmayan Tanrıyı savunur.  Öyleki Tanrının kendisi bile koyduğu doğa kanunlarından üstün ya da onların dışında değildir.
Böyle bir tanrı elbetteki bilim adamlarının tanrısıdır öncelikle. Deizm evrim kuramına da bilimsel ilerleme ve gelişmeye de karşı değildir.
Deizmde günlük yaşamda ibadete ya da dinsel ögelere yer olmadığından pratikte ateizm farklı değildir.
Bir Deist olan Einstein şöyle der:
“Ateist değilim, kendimi panteist olarak da adlandıramam. Çeşitli dillerde yazılmış kitaplarla dolu olan devasa bir kütüphaneden içeri giren bir çocuk gibiyiz. Çocuk bu kitapları birisinin yazmış olması gerekitğini bilir. Nasl olduğunu bilmez. Yazıldıkları dilleri de bilmez. Çocuk kitapların düzenlenmesinde gizemli bir düzenin olduğundan belirsiz bir şekilde kuşkulanır ama düzenin ne olduğunu bilmez. İşte bence bu en zeki insanın bile Tanrı karşısındaki duruşudur. Evrenin mükemmelcesine düzenlendiğini ve kesin kanunlara tabi olduğunu görüyoruz ancak bu kanunları belirsiz bir şekilde anlıyoruz. Sınırlı akıllarımız takımyıldızlarını hareket ettiren gücü anlıyor… Dinsiz bir bilim kusurlu, bilimsiz bir din kördür.”[3]
Deistler göre Deizmin temelinde doğanın kendisi ve mantık vardır. Evrene baktığımızda ondaki düzeni hepimiz farkediyoruz. Bu düzen bir ulu gücün eseridir.
Panteizm
Tümtanrıcılık olarak Türkçeleştirilen bu yaklaşıma göre evrenin bütünü Tanrının kendisidir. Tanrı herşeydedir ve herşey tanrıdır. Aşkın bir Tanrı olmadığı gibi bir yaratma da yoktur.  Felsefe tarihinde en önemli temsilcisi Spinoza olan bu düşüncenin İbn ül Arabî etkisiyle geliştiği düşünülür. Pek çok ilksel kavim ya da İslam Sufiliğinde de bezer görüşler bulunmaktadır.  Tek tanrılı dinlerdeki Tantı / Dünya, Yaratan / Yaratılan gibi ayrımlar Panteizm’de yoktur; Tanrı evrendeki bütün varlıkların toplamıdır.
Panenteizm
Kamusaltanrıcılık olarak bilinen bu görüşe göre evrenin kendisi tanrıdır.  Panteizmde herşey tanrıdır, Panenteizm’de ise herşey Tanrıdan sudur etmiştir. Ruhun tek amacı oluştuğu Tanrıya dönmektedir. Bunun tek yolu da evrim ve tekâmüldür. Bu açıdan bakıldığında Panenteizm diyalektik bir Tanrı anlayışı ortaya koyar. Tanrı sadece evrenle tanımlanamaz, evren bir anlamda Tanrı sayılsa da Tanrı evrenden fazlasıdır.
Agnostisizm
Tanrı ve evrenin bilinemeyeceğini savunur. Ateizmden temel farkı, Tanrının varolup olmadığı ile ilgilenmez çünkü asla bilinemeyeceğini savunur. Bu açıdan bakıldığında mutlak iman ve teslimiyet gerektiren dinsel yaklaşımlarla uzlaşmaz noktadadır. Tanrı karşısındaki bilinemezci ve kayıtsız duruşu dikkate alındığında bir inanç olmadığı da söylenebilir.
Ateizm
Tüm Tanrı inanışlarını ve hatta metafizik olarak nitelenen ruhsal ögeleri de reddeden düşünce akımıdır. Türkçe’ye genellikle “Tanrıtanımaz” olarak tercüme edilse de aslında böyle değildir. Ateistlere göre Tanrıtanımaz nitelemesi varolan bir tanrının reddi anlamına gelmektedir. Oysa Ateizme göre Tanrı zaten yoktur. Bu konu özellikle önemlidir; çünü bazı inanç biçimlerinde Tanrı olmamasına karşın din vardır. Ateizm dine değil, Tanrıya karşıdır. Din daha çok sosyal bir olgu olarak değerlendirilir. Bu nedenle Ateizm dinsizlik ile de birebir örtüşmez.
Ateizm; yaratıcı ve müdaheleci bir Tanrıyı kabul eden teizmden, yaratıcı ancak müdahaleci olmayan bir tanrıyı kabul eden deizmden, tanrının evrenin kendisi olduğunu savunan panteizmden ve tanrının hem evrenin kendisi hem de evrenin ötesinde (aşkın) olduğunu savunan panenteizmden; ayrıca, tanrının varlığı ve yokluğu konusundaki soruları "cevapsız" veya "cevaplandırılamaz" diyerek cevapsız bırakan agnostizmden; tanrıyı, "kesin olarak" reddetmesiyle ayrılır.
“Nietzsche’ye göre, Tanrı ölmüştür. Tanrı ile beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise, Tanrısal özelliklerinin farkına varan “üstün insan” almıştır. Yıkılan eski değerlerin yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere saip olan insan da, netice itibarıyla özgürleşecektir.”[4]
“Sartre’a göre, insanın özgür olmasının yolu, Tanrının yokluğundan geçer çünkü Tanrının varlığı, insanın özgür olarak kendi değerlerini yaratmasını engelleyecektir.”[5]
Bu yaklaşım, Tanrının ve dolayısyla dinlerin insan üzerindeki kısıtlayıcılığın reddi ve insanın kendisini varetme, kendi yüce değerlerini oluşturma çabasının önemini vurgular. Varoluşçuluğun “Varoluş özden önce gelir.” Sözü tüm bu yaklaşımları özünden kavramaktadır.
Bu kısa cümle gibi, bazen felsefi ya da bilimsel kavrayış ya da ciltlerce kitapların anlatmakta zorlandıklarını birkaç dörtlük çok daha güzel anlatabilir.
Varoluşçuluğun yaklaşımın tersine
“Ben bilmez idim gizli iyan hep sen imişsin
Tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihan içre'nişân ister idim ben
Ahir bunu bildim ki cîhan hep sen imişsin”
Dizelerin insanın yokoluşu, Tanrının her alanda olduğu, insanın Tanrının içinde eriyip gittiği vurgulanır. Böylece aslında insana gerek olmaz artık; insanın bir rolü yoktur.
İsmet Zeki Eyüboğlu’ndan bir alıntı yapmak istiyorum:
“Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa kayan insan düşüncesinin, son inanç düzeni olan, tektanrıcı anlayış üzerinde donup kalacağı ileri sürülemez. Böyle bir görüş, insan düşüncesinin, varlık anlayışının gelişmesine de, yapısına da oldukça aykırıdır.  İşte, tarih çağları içinde bütün evrene Tanrı yaratan Anadolu toprakları üzerinde, yeni bir anlayışın doğmasını görmek, Tanrı ile insan arasına konan derin uçurumu insanın yararına ortadan kaldırmaya doğru giden görüşü kavramak, yaşadığımız toprakların yerlileri bulunmamız bakımından bize gelmiş bir sevinç vermektedir. Tanrılar insan anlayış gücünün, insan yaratıcı davranışının birer ürünüdür. Aradan geçen uzun süre insanı evirmiş çevirmiş kendi yarattıklarının tutsağı yapmıştır? Anadolu düşüncesi bu tutsaklığı ortadan kaldırmaya çalışan en atılgan, en yürekli bir bilgi ürünüdür, verimidir. Bugün yüzünün en uygar bucaklarında bile Tanrı ile insan arasındaki yapı, görünüş-birliğini eski Anadolu-ozanlarınca ileri süren olmamıştır. Bu yolda nice yiğitlerin başlarını seve seve verdiklerini ilerde bir bir göreceğiz. Anadolu ozanlarının,  en büyük başarısı da bu olmuştur, denebilir kanısındayız.  İnsanın, tanrıya kafa tutuşu bu görüşün, uygarca bir anlayışın sözle dilegetirilmesidir.  
Bir ben vardır bende benden içeru
Diyen Yunus Emre, Türk şiirine en güzel insan buluşunu bağışlamıştır bizce.“
Bir başka şiirinde Yunus Emre şöyle der:
“Yâ ilâhi ger suâl itsen bana
Cevabum işbudurur anda sana
Ben bana zulmeyledüm itdüm günâh
Neyledüm nitdüm sana ey pâdişâh
Gelmedin didün hakuma kem deyü
Toğmadın didün asa Âdem deyü
Sen ezelde beni âsi yazasın
Toldurasın âleme âvâzesin
Ben mi düzdüm beni sen düzdün beni
Pür ayıb nişe getürdün ey Gani
Gözüm açub gördüğüm zindan işi
Nefs-ü heva pür dolu şeytan işi
Habs içinde ölmeyeyin diyü aç
Mısmıl-u murdar yidüm bir iki kaç
Nesne eksildi mi mülkünden senün
Geçdi mi hükmüm ve hükmünden senün
Rızkunı yiyüb seni aç mı kodum
Ye yiyüb öynuni muhtaç mı kodum
Kıl gibi köpri gerersin geç diyü
Gel seni sen tuzağumdan seç diyü
Kıl gibi köpriden âdem mi geçer
Ya düşer ya tayanur yahut uçar
Kulların köpri yaparlar hayr içün
Hayrı budur kim geçerler seyr içün
Tâ gerek bünyadı muhkem ola ol
Ol geçenler ayıda üş toğrı yol
Terazi korsun hevaset dartmağa
Kasd idersin beni oda atmağa
Terezi ana gerek bakkal ola
Ya bazergan tâcir-ü attar ola
Çün günah murdarların murdarıdır
Hazretinde yaramazlar kârıdır
Sen gerek lütf ile anı örtesin
Pes ne hacet murdar açup darlasın
Ayıdursun kim sen oda urayum
Şirkünü bir denk artuk ise göreyim
Şerri azatmak elünde hayrı çok
Hayr içün itmek değül mi hayrı çok
Sen temaşa kılasın ben hoş yanam
Haşa lillah senden ey Rabb-ül-enâm
Sen basirsin hod bilürsin halümi
Pes ne hacet darlasın a'malümi
Geçmedi mi intikamun öldürüb
Çürüdüb gözüme toprağ toldurub
Hiç Yunus'tan değdi mi sana ziyan
Sen bilürsin âşikârâ vü-nihan
Bir avuç toprağa bunca kıyl-ü kal
Neye gerek ey Kerimi Zülcelâl”


Anlamı:

“Ey tanrım, ben kendime acı çektirdim, tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sana ne, neden bana bir de sen ceza vereceksin, beni acılara atacaksın? Sen, bana iyi adam olamadın, benim karşıma suçlardan sıyrılmış pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin diye beni suçlarsın. Oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni sana karşı koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, senin yarattığın insanın sence suçlu olması nedendir? Benim yaptığım işler içinde utanılacaklar varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin? Gözümü kapkaranlık, içinde şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülükler dolu bir dünyaya açtığımda, kendimi günahları biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de beni niçin suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı? Sen, kıyamet günü bütün kötülükleri ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin. Kötülükleri ortaya koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir. Ben senin varlıklarından ne aldım, neni eksilttim, egemenliğini mi elinden aldım, sözünü mü geçtim sözümle? Seni aç mı, susuz mu bıraktım? Kıldan ince köprü yapar da dersin ki: Ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi köprüden insan geçemez. Uçması, ya da düşmesi gerekir. Sonra köprü başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir köprü olmasa gerek. Bir de kötülükleri tartmak için ölçeğin varmış. Bunu ancak bakkallar, bir de alışverişle uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar. Senin büyüklüğüne bütün suçları bağışlamak, görmemek yaraşır. Ben, bu yaptıklarının bir tekini bile, senin bir tanrı olarak, yüceliğine yakıştıramıyorum doğrusu."[6]
Gördüğümüz gibi, Yunus Emre de tıpkı Nietzshe ya da Sartre gibi insanın özgürlüğünü sorguluyor. Tanrı insanı yaratmış, ona sayısız yetenek vermiş, sonra bütün özgürlüklerini elinden almış. Sonra da bütün yapıp ettiklerinden insanı sorumlu tutmuş. Yunus Emre Tanrıya yankışmayan davranışlarıbirbir saymıştır.
Yunus Emre gibi aynı temayı Kaygusuz Abdal şöyle dile getirir:
“Yücelerden yüce gördüm
Erbabısın sen koca Tanrı
Âlem okur kelam ile
Sen okursun hece tanrım

Asi kullar yaratmışsın
Varsun şöyle dursun deyu
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı

Kıldan köpri yaratmışsın
Gelsün kullar geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı”

Azmi ise Tanrıyla ilişkisini daha da ileriye götürmüş ve Ateist izler taşıyan sorgulamalar yapmıştır.
“Azmi'nin şiirinde bir tanrıtanımazlığın en ince, en açık izleri vardır. Çünkü şaka da olsa, tanrının yaptığı, ya da yaptığı söylenen bu eylemlerle, yaratma olayları ile. Kur'anda yazılı olan cennetle cehennemle düpedüz alay etme var ortada.

Kürekle mi yaptın sen bu dağları

Derken ortada bir tanrıya sığınma, onun büyüklüğüne inanma düşüncesi ardından gidilmediği apaçıktır.

Kazanlarda katranların kaynarmış
Yer altında balıkların oynarmış
On bu dünya kadar ejderhan varmış
Şerbet mi satarsın yılancı mısın?”[7]


Tipik bir Teist anlayışın sonucu olarak şeriatın ezgiyi, çalgıyı yasaklamasının ardından Dertli şöyle der:
“Ne âyet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytân bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Müfti gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde

Dut ağacından teknesi
Kirişten bağlı perdesi
Behey insanın teresi
Şeytan bunun neresinde

Dertli gibi çarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde.”

İslam ülkelerindeki çalgıların çoğunun Hint-İran-Bizas, Eski Mısır, Babil-Sümer-Akad kökenli olduğunu düşünürsek dışlayıcı yaklaşımın nedenini anlayabiliriz”.[8]

Kaynaklar
1.     Schure, Eduard; Büyük İnisiyeler, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1999.
2.     Hooke, Samuel Henry; Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, Ankara, 2003.
3.     Encyclopedia of Philosophy, Volume 4, “GOD”, Thomson Gale, USA, 2006.
4.     The Shorter Routledge Encyclopedia of Philosophy, Routledge, USA, 2005.
5.     Hançerlioğlu, Orhan; Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 6, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979.
6.     Armstrong, Karen; Tanrı’nın Tarihi, Ayraç Yayınları, Ankara, 1999.
7.     Rosenberg, Donna; Dünya Mitolojileri, İmge Yayınları, Ankara,1998.
8.     Baldock, John; Sufizm Gizli Öğretisi, Sınır Ötesi Yayınları, İstanbul, 2006.
9.     Ömer Hayyam; Bir ıslak Ateş Rubailer, Dünya Yayınları, İstanbul, 2004.
10. Eyüboğlu, İsmet Zeki; Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar,
11. Yıldırım, Halit; Tanrı Algılayışları, 2007.



[1] Hançerlioğlu, 1979, S.224
[2] Samuel Henry Hooke, 2002, S.30–37
[4] Halit Yıldırım, 2007, S.14
[5] AGY
[6] İsmet Zeki Eyüboğlu, S.30
[7] AGE, S.53
[8] İsmet Zeki Eyüboğlu, S.7