Yeryüzünde
yaşamış olan insan topluluklarının yukarıdakiler ya da benzeri nitelikleri
taşıyan “tanrı” dediklerinin sayısının üçyüz milyondan fazla olduğu iddia
ediliyor. Bu nedenle kavramın içeriğini açımlama çabasının tüketici bir şekilde
sonuçlandırılması elbette mümkün olamayacak.
Hayyam’ın Tanrısı
Edebiyatta
Tanrı deyince akla gelenlerden birisi de Ömer Hayyam olsa gerek; şöyle diyor
Hayyam:
“Tanrı evrenin canı, evrense tek bir
beden
Melekler bu bedenin duyuları hep birden
Yerde gökte canlı, cansız ne varsa birer
uzuv:
Budur Tanrı birliği, boştur başka her
söylenen”
Hayyam
Tanrıyı sorgular bir anlamda; çünkü Tanrısı ile arasına aracı koymaz ve şöyle
der:
“Dün özledim de seni coştum birden bire;
Çıktım senin yerin dedikleri göklere.
Bir ses yükseldi ta yukarıda,
yıldızlardan:
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende!”
Bir
başka dörtlükte ise;
“Tanrı bizi çamurdan yoğurup yaratır;
Ne yapacağımızı yazmış satır satır.
Bir tek eylemim yokken yargısı dışında,
Hangi akla sığar ki, yaksın çatır çatır.”
Şeklinde
Tanrı anlayışını açımlar.
Hayyam’ın
her bir dörtlüğünde Tanrıya atfedilen bir niteliğin yansıdığını görürüz, kimi
zaman över kimi zaman yerer:
“Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme;
Halk neden karşı kor Tanrı emrine?
Bize herşeyi yaptıran kendi madem,
Kulu sorguya çekmenin âlemi ne?”
Ya
da buradaki gibi içindeki Tanrıyı açığa vurur:
“Gökleri yarıp darmadağın ettiğin gün,
Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
Sen sorguya çekmeden ben soracağım sana:
Ey Tanrı, hangi günahım için beni
öldürdün?”
Tanrı,
siyahla beyazın, iyiyle kötünün, ying ve yangın, dualitenin içinde eridiği
varlıktır:
“Tanrım, hayır şer kaygısından kurtar
beni;
Kendimden geçir, seninle doldur içimi
Aklım ayıramıyor iyiyi kötüden
Sarhoş et bari ne kötü kalsın, ne iyi.”
Tanrı
sözü sözdür ama yarattığı insanın kökleri de bu dünyadadır aslında; şöyle der:
“Bilmem, Tanrım, beni yaratırken neydi
niyetin,
Bana cenneti mi, cehennemi mi nasip
ettin;
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı bir de
yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de
senin.”
1123
yılında ölmüş olan Hayyam’ı yukarıdaki dörtlüklerinde yer aldığı gibi anlarsak,
arkasındaki mecazları tamamen gözden kaçırıp gizli anlamları yakalayamayız.
Oysa
· Kadeh Taşıyıcı’nın;
Şarap ikramında bulunan kişi değil, Sufi şahı için ya da Tanrı için,
· Ayyaş’ın;
Sarhoş olup eylemleri üzerindeki kontrolünü kaybetmiş kişi için değil, Vecd
halindeki Sufi için,
· Meyhane’nin;
içki tutkunun içki içmek ve sarhoş olmak için gittiği yer olarak değil, kişinin
İlahi Sevgi’nin şarabını keyifle içebileceği yer, yani bireyin ruhsal kalbi
için,
Şarap’ın;
İslam Peygamberince yasaklanmış ama cennette vaadedilmiş bir içki değil, İlahi
Varlık, yani Tanrı hakkındaki bilgi; mistiğin kalbinin kadehini dolduran “İlahi
Sevgi Duygusu” için,
Kullanıldığını
bilirsek, dörtlükleri anlamlandırmamız ve Hayyam’ı kavramamız daha mümkün
olacaktır.
Her
ne kadar akla ilk gelenlerden birisi Hayyam olur dediysek de, Türk Şiirinde
Tanrıyı konu yapan ve hatta kafa tutan pek çok şair ve ozan vardır. Fuzuli,
Baki, Naili, Hasan Dede, Dertli, Yunus Emre, Hallacı Mansur, Kaygusuz Abdal,
Azmi, Kazak Abdal, Kul Hasan bunlardan sadece bazılarıdır. Söylemlerinde
Tanrıya kafa tutuş, Tanrının karşısında insanın direnişi, insanın kendini Tanrı
sayışı, Tanrının kınanması, Tanrı-İnsan birliği ve insanın Tanrıyı yaratışı yer alır.
Tanrı
anlayışlarının en çok özümsenerek somutlaştığı halk söylenleri ve özellikle
nazım nitelikli yapıtlardaki örneklere tekrar dönmek üzere konuya biraz daha
bilgisel açıdan bakmak yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
Tanrı Kelimesinin Etimolojisi
“Tanrı”
sözcüğü Türk lehçelerinde “gök” anlamına gelen “tan” deyiminden türetilmiştir.[1]
- · Altay Türklerinde “tanrı”,
- · Yakutçada “tanara”,
- · Çuvaşçada “tura”,
- · Moğolcada “tangı”,
- · Kazancada “tangırı” gibi çeşitlemeleri vardır.
Batı
dillerinde, Hint-Avrupa dil grubunun “parıltı” anlamına gelen “dei” kökünden
türemiş ve ilkin Sanskritçede “tanrı” anlamına gelen “devah” ve sonra Yunancada
“tanrısal” anlamında “dios” ve daha sonra “tanrı” anlamına gelen “theos”
deyimleriyle biçimlenmiştir.
Latinceye
“tanrı” anlamında ilkin “deivos” ve daha sonra “deus” deyimleriyle geçmiştir.
Musevilikte
“ruh” anlamına gelen İbranice “eloah” ve “odur” anlamına gelen “yahova”
deyimleriyle anılmıştır.
Müslümanlıkta
ise İbranicedeki “eloah” kelimesi “ilah” olarak geçmiş, İslamiyet öncesi
dönemdeki çok tanrılı anlayış sonrasında tek tanrıyı ifade etmek için “El İlah”
belirleyicisiyle birlikte “Allah” olarak ifade edilmiştir. Kelimenin kökeninin
“El İlah” olması nedeniyle İslam
düşüncesi “Tanrı” kavramının genel, Allah kavramının ise özel ve tek olan bir
varlığa işaret etmesi nedeniyle, Tanrı değil Allah denmesinin gerektiğini
vurgular.
Mitolojilerdeki Tanrısal
Özellikler
Tarih
boyunca baktığımızda Tanrı kavramının genel bir tanımının yapılamadığını
görüyoruz. Bununla birlikte çeşitli mitolojilerde bazı niteliklerin Tanrı
kavramına atfedildiği saptanabilir. Bunlar:
- · Doğaüstülük
- · Tinsel Varlık Olma
- · Ölümsüzlük
- · Koruyuculuk
- · Saygınlık
- · Eleştirilmez Üstünlük
- · Korkusuzluk
- · Güçlülük
- · Göksellik
- · İlksizlik
- · Yaratıcılık
Bu
genellemelere karşın;
· Tüm
tanrılar doğaüstü değildir. Kimi zaman
insanlar, bitkiler, hayvanlar Tanrı sayılmıştır.
· Tüm
tanrılar tinsel de değildir. Yunan
Tanrıları, somuttur, bedenlidir, insanların arasında yaşarlar ve hatta ölümlü
kadınlarla birleşir çocuk bile yaparlar. Ölümlü kadınlarla birleşip çocuk yapma
geleneği Hristiyanlığın Baba-Tanrı anlayışına kadar sürmüştür. Museviliğin
tanrısı bile Yakubla güreşir ve ona “İsrail” yani “tanrıyla güreşen” adını
koyar.
· Tüm
Tanrılar ölümsüz de değildir; İskandinav
Tanrılarının çoğu ölümlüdür. Yunan Tanrıları bedenli olduklarından öldürülebilirler.
· Tüm
Tanrılar koruyucu da değildir;
çeşitli mitolojilerde Tanrılar insanları korumaz, tam tersine kötülük ederler.
İnsanlar tanrıların zararından kurtulmak için onlara tapmak zorunda kalırlar.
· Tüm
Tanrılar saygın da değildir; Gılgamış
destanında tanrılar için “tatlı kokusunu alınca adağın başına sinekler gibi
üşüştüler” denir. Gılgamış İştarla alay eder.
· Tüm
Tanrılar eleştirilmez de değildir;
Anu kendisine Gılgamış’ı şikâyet eden kızı İştar’a şöyle der: “Kral olan
Gılgamış’la kavga edersen o da elbette senin iğrenç davranışlarını yüzüne
vurur.”
Tüm
Tanrılar korkusuz da değildir; Yunan
mitolojisinde kendilerinin buyurduğu tufandan korkan Tanrılar korkudan dehşete
kapılarak göğün en yüksek katına çıkarlar ve korkudan sokak köpekleri gibi
titreyerek oradaki duvarların dibine sinerler.
Tüm
Tanrılar güçlü de değildir; Yunan
Tanrıları istediklerini yapabilecek denli güçlü değilllerdir; kaderlerine
bağlıdırlar, ona karşı koyamazlar.
· Tüm
Tanrılar göksel de değildir; çoğu
mitolojinin tanrısı yeryüzünde yaşarlar, ağaç ve hayvan tanrılar olduğu gibi
kimileri de Olimpos gibi yüksek dağlarda yaşarlar.
· Tüm
Tanrılar ilksizlik özelliğine de sahip
değildir; Eski Mısır’da evren ilkin bir bataklıktır ve bu bataklıkta
yılanlarla yumurtalar vardır. Tanrı Ra bu yumurtalardan doğar.
· Tüm
Tanrılar yaratıcı da değildir; Ra
nın doğması gibi pek çok Tanrının yaratıcılığı yoktur. Özellikle kadim dönem
tanrılarının hiçbirinde yoktan varetmek yoktur. Onlar daha çok kaostan
çıkartan, düzen sağlayan tanrılardır.
Gördüğümüz
gibi mitolojiler tanrı kavramının ortak bir özellikler listesini vermez.
Bununla beraber binlerce yıllık sözlü ve yazılı yaşama kültürünü, toplumu bir
arada tutan temel bağlayıcıları oluştururlar. Bu bağlayıcıların, bir başka
deyişle değerler sisteminin kimi topluluklar ya da kimi dönemlerde sıkı, bazen
de gevşek olması tarihsel olarak görülen örneklerdir.
Her
insan böyle bir dünyaya doğar; kökenini mitolojilerde bulan, örgün kamusal ya
da kültürel öğelerle somutlaşmış çevreleyiciler neyi nasıl düşüneceğimizi
belirler. Her birimimizin kafasının içindeki tanrı idesi için de aynı durumun
geçerli olduğunu söylemek gerekir. Nüans farkları olsa bile aynı toplum içinde
yaşayan insanların kafalarındaki tanrı idesi aşağı yukarı aynıdır.
Bununla
beraber bir an için değer sistemimizin dışına çıkarak “Tanrı” sözcüğünü
anlamlandırmaya çalıştığımızda işimiz zor görünüyor. İçinde yaşadığımız modern
toplumsal yapıda Tanrı sözcüğü bize üç semavi dinin Tanrı anlayışını
çağrıştırır ve başka anlayışlar yoksayılır, daha doğrusu aklımıza bile gelmez.
Oysa günümüzde “modern” Batılı” kültürlerin dışında yine modern” başka
kültürlerin çok farklı Tanrı anlayışları varlıklarını sürdürmektedir; bunun
için Uzak Doğu’ya bakmak yeterlidir. Bu kültürlerdeki Tanrı algılayışları ve
inanç biçimleri üç semavi dini de derinden etkilemiş olmalıdır.
Hint
kültürünün çok eski yazılı belgelerinden olan Upanişad’larda şöyle deniyor:
“Dünyaları
hiç ara vermeden Yaratan üç unsurludur. Brahma, Baba; Maya, anne ve Vişnu,
Oğul; Öz, Cevher ve Hayat. Her biri, diğer ikisini de içerir ve her üçü birden
söze tarife sığmaz birliği oluşturur.”
Sümer
mitolojisinden bir örnek çeşitli kültürlerdeki Tanrı anlayışları için bize iyi
bir örnek olabilir. “Evrenin Kökeni”, “ Evrenin Düzenlenmesi” ve “ İnsanın
Yaratılışı” olarak üç parçada özetlenecek olursa şunlar söylenebilir:[2]
Evrenin Kökeni: Adı
“deniz” i sembolize eden ideogramla yazılan tanrıça Nammu “Gök’ü ve Yer’i
doğuran ana” olarak betimlenir. Öncesinde gökyüzü ve yeryüzü tabanı yer, tepesi
gök olan bir dağı oluşturuyordu. Gök, tanrı An; yer, tanrıça Ki olarak
kişileştirilmiştir; onların birleşmelerinden de hava-tanrı Enlil doğmuştur.
Enlil, Gök ile Yer’i birbirinden ayırmıştır.
Gördüğümüz
gibi burada yoktan var etme söz konusu değil; ilk başta varolan denizin kökeni
açıklanmıyor. Belki de bu ve benzeri etkilerle ilk filozof sayılan Thales ilk
madde dediğimiz arkhe’yi ararken onun su olduğuna karar vermişti.
Evrenin Düzenlenmesi:
Evrenin kökenini anlatan mitoslardan sonra gerek evrenin gerekse mitolojinin
sahibi olan kültürün yaşamını şekillendiren ve düzenleyen mitolojiler vardır.
Bunlardan birisi ay-tanrı Nanna’nın doğuşuyla ilgilidir. Enlil, tanrıça
Ninlil’e tutulur ve onun ırzına geçer.
Bu ağır suçundan dolayı Enlil yer altı dünyasına sürülür; karnı iyice
şişmiş olan Ninlil onun peşinden gider. Bundan dolayı ay-tanrı Nanna göklerin
ışığı olacağına karanlık ölüler dünyasında doğar. Enlil karmaşık bir plan
yaparak Nanna’nın göğe çıkmasına olanak sağlar. Sümer panteonunda ay-tanrı
Nanna, tanrıların en büyüğüydü ve güneş-tanrı Utu, Nanna ile eşi tanrıça
Ningal’in çocuğu sayılırdı. Daha sonra İbrani kozmolojisinde bu durum tersine
çevrildi ve Güneş, tanrıların en büyüğü, Ay ise tanrıça oldu.
İnsanın Yaratılışı:
Sümer mitolojisine göre insan toprağı sürmek, tanrıların geçimlerini sağlamak, onları
çalışma yükünden kurtarmak için hizmet etmek amacıyla yaratılmıştır. Benzer
yaklaşımlar Kur’an da Bakara 21’de “Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekilerini yaratan Rabbinize kulluk edin, sakınılanlardan
olasınız” şeklinde, Kitabı Mukaddes’te Yehova’nın İsrail oğullarını “özel”
bir amacını gerçekleştirmek için özel bir araç olarak seçmiş olduğu şeklinde
yer almaktadır. Sümer tabletlerine göre insanın yaratılışı şöyle gerçekleşir:
“Enki ve Ninmah çok şarap içip sarhoş
olurlar. Ninmah “derin suların üzerindeki” balçıktan biraz alıp, birinin kısır
kadın, ötekisinin hadım erkek olması dışında ne oldukları belirsiz altı farklı
insan yaratır. Enki hadımın yazgısının kralın önünde [hizmete] durmak olduğunu
bildirir. Mitos, Enki’nin ise daha başka şeyler yarattığı eylemlerini
betimleyen sözlerle sürer. Akılca ve bedence çelimsiz bir insan yaratır ve
Ninmah’tan bu acınacak yaratığın durumunu iyileştirecek bir şey yapmasını
ister; ancak Ninmah hiçbirşey yapmaz ve böyle bir varlık yarattığı için Enki’yi
lanetler. “insan” anlamına gelen İbrani sözcüklerden biri enoş olup, “zayıf” ya
da “hasta” anlamına gelen bir sözcük köküdür. İnsanın bu yönü, İbrani şiirinde
sık sık vurgulanır.”
Gördüğümüz
gibi insanlar meraktan, gereklilikten, ihtiyaçtan, korkudan, korkutma
isteğinden, egemen olma isteğinden, erkin etkin kullanımı isteğinden ve daha
pek çok pratik gerekçelerle kendi tanrılarını yaratmış, bunların ikna edici ve
inandırıcı olması için de türlü mitolojik biçimlerde yazı öncesi ve yazılı
dönemde nesiller boyunca aktarılmasını sağlamışlardır.
Bunların
insanlık tarihi boyunca bilinçli ve kesintisiz bir şekilde yapılmasının mümkün
görünmediği dikkate alınacak olursa, aslında doğan günlük yaşamsal ihtiyaçtan
kaynaklandıklarını kabul etmek gerekir.
Daha
önce de aktarıldığı gibi, bugüne dek saptanmış üçyüz milyondan fazla tanrının
varlık gerekçesinin başka türlü açıklanması zor görülüyor.
Uygarlık
ilerleyip yazılı kültürün oluşmasıyla birlikte geçmişten gelen bu tanrı
anlayışları cismani özelliklerinden sıyrılmış ve olabildiğince soyutlaşarak
günümüzde de etkisini sürdüren anlayışlara bırakmıştır yerlerini.
Semavi
dinlerin Tanrıları artık görünmez, soyut ve sadece aracıları ile mesajlarını
ileten herşey gücü yeten sonsuz olan tanrılardır. Onlar artık tektir,
birolandır.
Biraz
da böyle bir Tanrı anlayışına bakmakta yarar var.
Tanrının
kesin olan ve genel geçer niteliklerini göremiyoruz. Genellikle insanüstü ya da
doğüstü olarak yapılan genellemeler olmasına karşın, örneğin Roma imparatorları
da insanüstüydü. Spinoza ise doğa ile Tanrıyı eş koşmuştu.
Farklı
inanç sistemlerinde ve bunların arkasındaki felsefi düşünceler açısından
baktığımızda en temelde bazı sorunları görebilmemiz mümkün. Bunlar:
- · Tanrının Aşkın ya da İçkin olması,
- · Dünya ile İlişkisi,
- · Temel Nitelikleri,
- · Ne derece “kişisel” olduğu,
- · Onu bilmenin yollarının neler olduğudur.
Tanrı
kimi zaman aşkın kimi zaman ise içkindir. Bir başka deyişle, Tanrı bazen
yarattıklarından bambaşka, onların dışında diğer birşeydir. Bunu en güzel
olarak tek Tanrılı inançlarda putların yasaklanmalarında görebiliriz.
Thomas
Aquinas’a göre “ilahi varlık içkinliğiyle bizim aklımızın erdiği her şeyi
aşar.” Böylece biz Tanrının varolduğunu bilebilirken, onun özünü ya da ne
olduğunu bilemeyiz. Bir başka düşünür Agustine’e göre Tanrının insan zihninde
bulunması insanın sonsuz gerçekliği tanımasına yardımcı olur.
Kimi
filozoflar ise Tanrıyı kısmen ya da tamamen dünyaya özdeşleştirirler. Batı
düşünce dünyasında bunun en önemli temsilcilerinden birisi Spinoza’dır. Böylesi
bir yaklaşıma panteizm denir.
Tanrının
aşkın ya da içkin olması konusundaki tartışmalar çok derin olmakla birlikte,
onun dünya ile olan bağı çerçevesinde belli başlı beş görüş ile
ilintilenebilir.
İlk Neden Olarak Tanrı:
Aristoteles’te gördüğümüz bu yaklaşıma göre Tanrı nedenlerin nedeni, ilk
hareket ettiricidir. Aristoteles maddenin yaratılmamış ve sonsuz olduğunu
düşünmekle birlikte, nedensellik zincirinin son halkasının böylece Tanrı’ya
dayandırır.
Tanrıdan Sûdur Eden Dünya: Bu
anlayışa göre dünya Tanrı’dan ortaya çıkmıştır, kaynağı odur ya da Tarnının
kendisini açımlamasının sonucudur. Plotinus’a göre “Bir olan” bütün düşünce ve
varlığın ötesindedir. Eğer dünya onun bir parçası olsaydı “bir olan” ın
basitliği zarar görmüş olurdu. Eğer bir isteği ile dünyayı yaratmış olsaydı
onun değişmezliği zarar görmüş olurdu.
Plotinus’a göre akıl, zihin ve maddi dünya “Bir olan”dan akıp gelir,
tıpkı güneş ışınlarının güneşten çıkıp geldiği gibi.
Spinoza’ya
göre ise dünya tanrıdır. Dünya mantıksal bir zorunluluk nedeniyle Tanrının
özünden çıkmıştır ve şimdi olduğundan başka türlü olması da mümkün değildir.
Dünay
ile Tanrı arasındaki benzer bir bağıntıyı Hegel’de de görebiliyoruz. Ona göre
Tanrı dünyada kendini açar ve bizler bunu tarihsel olaylarda görebiliriz.
Böylece Hegel’e göre Spinoza’nın tersine Tanrının kendini açması dinamik bir
süreçtir. Yine Plotinus’un tersine Hegel’in Tanrısı, özünde bir olsa da,
kendisini farklılaştıran bir tekliktir.
Düzene Sokulan Madde olarak Dünya:
Kökenini en açık şekilde Platon’da gördüğümüz bu yaklaşıma göre Tanrının bir
elinde biçimler, bir elinde ise önceden varolan madde vardır. Tanrının görevi
ise önceden varolan maddeyle biçimleri bir araya getirerek rasyonel düzeni olan
bir bütünü kurmaktır.
Hiçlikten Varedilen Dünya: Teist
düşünce sistematiğinde olanlar, Tanrının dünyayı yoktan varettiğini savunurlar.
Batı dünyasında bu düşüncenin temelinde Augustinus’u görüyoruz. Tanrı kendi
isteğince tüm dünyayı yaratmıştır. Kendi doğasını tamamlamak için dünyaya
ihtiyacı yoktur çünkü o kendi kendine yeterlidir.
Kozmik Sürecin Nihai Aşaması
Olarak Tanrı: Kozmik sürecin temeli ve başlangıcı değil,
sonucudur Tanrı. Dünya, madde ve ruh aracılığıyla uzay zamandan evrilerek
gelişir. Tanrı kendisinin bedeni olan dünyanın bütünüyle içindedir, ancak henüz
tanrılık olarak yoktur. Üstelik hiç olamayacaktır da; sonsuz bir mükemmellik
durumu olarak tanrılık dünyanın sürekli hedefidir, ama ulaşılamazdır.
Tanrıya
dünyanın olası bağıntı şekillerine göre farklı yaklaşımların gerisinde çok
çeşitli inanç biçimleri olduğu gibi, çok çeşitli felsefesi sistemler ve akıl
yürütmeler de vardır. Kimi düşünürler “bilmek için inanıyorum” derken kimileri
“inanmak için biliyorum” derler. Her birinin çıkış noktlarını bir yana
bırakırsak sağlam ve kendilerince temellendirilebilir argümanları vardır.
Konumuzun
genişliği içinde daha fazla kabolmadan Tanrısal özelliklere bir kez de mitoloji
dışından, düşünce tarihi içinden bakarak bazı belirlenimleri kısaca özetlemek
isterim.
Çeşitli
din sistemleri ve felsefi görüşlerde Tanrıyı diğer varolanlardan ayıran belli
başlı özellikler şunlardır:
- · Sonsuzluk (Infinity)
- · Birlik (Unity)
- · Basitlik (Simplicity)
- · Tinsellik (Maddi Olmama) (Incorporeality)
- · Değişmezlik (Immutability)
- · Hissizlik (Acı Duymazlık) (Impassiblity)
- · Ezelilik (Eternity)
- · İyilik (ihsan) (Goodness)
- · Herşeyi Bilme (Omniscience)
- · Herşeye Gücü Yetme (Omnipotence)
Bu
kısa bilgiden sonra daha alışıldık ve çevremizde daha sık duyduğumuz kimi
anlaşyış biçimlerine de kısaca göz atmak açıklayıcı olabilir.
Bunlar
Teizm, Panteizm, Panenteizm,
Agnostisizm, Ateizm, Politeizm, Henoteizm, Monoteizm, , Panenteizm, Dualizm, Deizm,
Mutlak Monizm, Naturalizm… Bunların bir kısmına kısaca değinelim, çünkü
diğerleri bunların türevleri olarak ortaya çıkmışlardır.
Teizm
Türkçesi
“Tanrıcılık” olan Teizm inancı insanlara din gönderen, bunu da bir peygamber
aracılığı ile yapan bir Tanrı inancıdır. Burada Tanrı insanlara doğru yolu
göstermek için harekete geçmiştir. Yukarıda sayılan Tanrısal özelliklerin
tamamına sahiptir Teizmin tanrısı; mükemmeldir, herşeyi bilir, tarifsizdir,
herşeye gücü yeter, yaratıcıdır… Teizmin en önemli mantıksal zorunluluklardan
birisi de mucizelere izin vermesidir. Teist Tanrının eli her zaman dünyanın
üzerindedir; dilediğinde müdahale edebilir. Müdahaleleri Tanrının mucizeleri
olarak görülür. Kimi zaman azizler, arifler vb gibi şahsiyetler aracılığıyla
mucizelerini gösterir.
Teizm
anlayışı bir dinle sıkı sıkıya bağlıdır. Semavi dinler Teizm anlayışı üzerine
kuruludurlar.
Deizm
Türkçesi
“Yaradancılık” olan Deizm anlayışı ise Teizm’in tersine dinlerden kopuktur ve
dinleri reddeder. Sadece Tanrının varlığına inanır. Dinlerin reddinden dolayı
da dinlerin getirdiği kurumsal yapılanma, kutsal kitaplar, sevap, günah,
cennet, cehennem, peygamber, melek gibi varlık ya da kavramlara yer yoktur.
Deizm, evreni yaratan ve kanunları koyan, bundan sonra da dünya ya da insanlığa
hiçbir müdahalesi olmayan Tanrıyı savunur.
Öyleki Tanrının kendisi bile koyduğu doğa kanunlarından üstün ya da
onların dışında değildir.
Böyle
bir tanrı elbetteki bilim adamlarının tanrısıdır öncelikle. Deizm evrim
kuramına da bilimsel ilerleme ve gelişmeye de karşı değildir.
Deizmde
günlük yaşamda ibadete ya da dinsel ögelere yer olmadığından pratikte ateizm
farklı değildir.
Bir
Deist olan Einstein şöyle der:
“Ateist değilim, kendimi panteist olarak
da adlandıramam. Çeşitli dillerde yazılmış kitaplarla dolu olan devasa bir
kütüphaneden içeri giren bir çocuk gibiyiz. Çocuk bu kitapları birisinin yazmış
olması gerekitğini bilir. Nasl olduğunu bilmez. Yazıldıkları dilleri de bilmez.
Çocuk kitapların düzenlenmesinde gizemli bir düzenin olduğundan belirsiz bir
şekilde kuşkulanır ama düzenin ne olduğunu bilmez. İşte bence bu en zeki
insanın bile Tanrı karşısındaki duruşudur. Evrenin mükemmelcesine
düzenlendiğini ve kesin kanunlara tabi olduğunu görüyoruz ancak bu kanunları
belirsiz bir şekilde anlıyoruz. Sınırlı akıllarımız takımyıldızlarını hareket
ettiren gücü anlıyor… Dinsiz bir bilim kusurlu, bilimsiz bir din kördür.”[3]
Deistler
göre Deizmin temelinde doğanın kendisi ve mantık vardır. Evrene baktığımızda
ondaki düzeni hepimiz farkediyoruz. Bu düzen bir ulu gücün eseridir.
Panteizm
Tümtanrıcılık
olarak Türkçeleştirilen bu yaklaşıma göre evrenin bütünü Tanrının kendisidir.
Tanrı herşeydedir ve herşey tanrıdır. Aşkın bir Tanrı olmadığı gibi bir yaratma
da yoktur. Felsefe tarihinde en önemli
temsilcisi Spinoza olan bu düşüncenin İbn ül Arabî etkisiyle geliştiği
düşünülür. Pek çok ilksel kavim ya da İslam Sufiliğinde de bezer görüşler
bulunmaktadır. Tek tanrılı dinlerdeki
Tantı / Dünya, Yaratan / Yaratılan gibi ayrımlar Panteizm’de yoktur; Tanrı
evrendeki bütün varlıkların toplamıdır.
Panenteizm
Kamusaltanrıcılık
olarak bilinen bu görüşe göre evrenin kendisi tanrıdır. Panteizmde herşey tanrıdır, Panenteizm’de ise
herşey Tanrıdan sudur etmiştir. Ruhun tek amacı oluştuğu Tanrıya dönmektedir.
Bunun tek yolu da evrim ve tekâmüldür. Bu açıdan bakıldığında Panenteizm
diyalektik bir Tanrı anlayışı ortaya koyar. Tanrı sadece evrenle tanımlanamaz,
evren bir anlamda Tanrı sayılsa da Tanrı evrenden fazlasıdır.
Agnostisizm
Tanrı
ve evrenin bilinemeyeceğini savunur. Ateizmden temel farkı, Tanrının varolup
olmadığı ile ilgilenmez çünkü asla bilinemeyeceğini savunur. Bu açıdan
bakıldığında mutlak iman ve teslimiyet gerektiren dinsel yaklaşımlarla uzlaşmaz
noktadadır. Tanrı karşısındaki bilinemezci ve kayıtsız duruşu dikkate
alındığında bir inanç olmadığı da söylenebilir.
Ateizm
Tüm
Tanrı inanışlarını ve hatta metafizik olarak nitelenen ruhsal ögeleri de
reddeden düşünce akımıdır. Türkçe’ye genellikle “Tanrıtanımaz” olarak tercüme
edilse de aslında böyle değildir. Ateistlere göre Tanrıtanımaz nitelemesi
varolan bir tanrının reddi anlamına gelmektedir. Oysa Ateizme göre Tanrı zaten
yoktur. Bu konu özellikle önemlidir; çünü bazı inanç biçimlerinde Tanrı
olmamasına karşın din vardır. Ateizm dine değil, Tanrıya karşıdır. Din daha çok
sosyal bir olgu olarak değerlendirilir. Bu nedenle Ateizm dinsizlik ile de
birebir örtüşmez.
Ateizm;
yaratıcı ve müdaheleci bir Tanrıyı kabul eden teizmden,
yaratıcı ancak müdahaleci olmayan bir tanrıyı kabul eden deizmden, tanrının
evrenin kendisi olduğunu savunan panteizmden ve tanrının hem
evrenin kendisi hem de evrenin ötesinde (aşkın) olduğunu savunan panenteizmden;
ayrıca, tanrının varlığı ve yokluğu konusundaki soruları "cevapsız"
veya "cevaplandırılamaz" diyerek cevapsız bırakan agnostizmden;
tanrıyı, "kesin olarak" reddetmesiyle ayrılır.
“Nietzsche’ye göre, Tanrı ölmüştür.
Tanrı ile beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise,
Tanrısal özelliklerinin farkına varan “üstün insan” almıştır. Yıkılan eski
değerlerin yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere saip
olan insan da, netice itibarıyla özgürleşecektir.”[4]
“Sartre’a göre, insanın özgür olmasının
yolu, Tanrının yokluğundan geçer çünkü Tanrının varlığı, insanın özgür olarak
kendi değerlerini yaratmasını engelleyecektir.”[5]
Bu
yaklaşım, Tanrının ve dolayısyla dinlerin insan üzerindeki kısıtlayıcılığın
reddi ve insanın kendisini varetme, kendi yüce değerlerini oluşturma çabasının
önemini vurgular. Varoluşçuluğun “Varoluş özden önce gelir.” Sözü tüm bu
yaklaşımları özünden kavramaktadır.
Bu
kısa cümle gibi, bazen felsefi ya da bilimsel kavrayış ya da ciltlerce
kitapların anlatmakta zorlandıklarını birkaç dörtlük çok daha güzel
anlatabilir.
Varoluşçuluğun
yaklaşımın tersine
“Ben bilmez idim gizli iyan hep sen imişsin
Tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihan içre'nişân ister idim ben
Ahir bunu bildim ki cîhan hep sen imişsin”
Dizelerin
insanın yokoluşu, Tanrının her alanda olduğu, insanın Tanrının içinde eriyip
gittiği vurgulanır. Böylece aslında insana gerek olmaz artık; insanın bir rolü
yoktur.
İsmet
Zeki Eyüboğlu’ndan bir alıntı yapmak istiyorum:
“Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa kayan
insan düşüncesinin, son inanç düzeni olan, tektanrıcı anlayış üzerinde donup
kalacağı ileri sürülemez. Böyle bir görüş, insan düşüncesinin, varlık
anlayışının gelişmesine de, yapısına da oldukça aykırıdır. İşte, tarih çağları içinde bütün evrene Tanrı
yaratan Anadolu toprakları üzerinde, yeni bir anlayışın doğmasını görmek, Tanrı
ile insan arasına konan derin uçurumu insanın yararına ortadan kaldırmaya doğru
giden görüşü kavramak, yaşadığımız toprakların yerlileri bulunmamız bakımından
bize gelmiş bir sevinç vermektedir. Tanrılar insan anlayış gücünün, insan
yaratıcı davranışının birer ürünüdür. Aradan geçen uzun süre insanı evirmiş
çevirmiş kendi yarattıklarının tutsağı yapmıştır? Anadolu düşüncesi bu
tutsaklığı ortadan kaldırmaya çalışan en atılgan, en yürekli bir bilgi
ürünüdür, verimidir. Bugün yüzünün en uygar bucaklarında bile Tanrı ile insan
arasındaki yapı, görünüş-birliğini eski Anadolu-ozanlarınca ileri süren
olmamıştır. Bu yolda nice yiğitlerin başlarını seve seve verdiklerini ilerde bir
bir göreceğiz. Anadolu ozanlarının, en
büyük başarısı da bu olmuştur, denebilir kanısındayız. İnsanın, tanrıya kafa tutuşu bu görüşün,
uygarca bir anlayışın sözle dilegetirilmesidir.
Bir ben vardır bende benden içeru
Diyen Yunus Emre, Türk şiirine en güzel
insan buluşunu bağışlamıştır bizce.“
Bir
başka şiirinde Yunus Emre şöyle der:
“Yâ ilâhi ger suâl
itsen bana
Cevabum işbudurur
anda sana
Ben bana zulmeyledüm
itdüm günâh
Neyledüm nitdüm sana
ey pâdişâh
Gelmedin didün hakuma
kem deyü
Toğmadın didün asa Âdem
deyü
Sen ezelde beni âsi
yazasın
Toldurasın âleme
âvâzesin
Ben mi düzdüm beni
sen düzdün beni
Pür ayıb nişe
getürdün ey Gani
Gözüm açub gördüğüm
zindan işi
Nefs-ü heva pür dolu
şeytan işi
Habs içinde ölmeyeyin
diyü aç
Mısmıl-u murdar yidüm
bir iki kaç
Nesne eksildi mi
mülkünden senün
Geçdi mi hükmüm ve
hükmünden senün
Rızkunı yiyüb seni aç
mı kodum
Ye yiyüb öynuni
muhtaç mı kodum
Kıl gibi köpri
gerersin geç diyü
Gel seni sen
tuzağumdan seç diyü
Kıl gibi köpriden âdem
mi geçer
Ya düşer ya tayanur
yahut uçar
Kulların köpri
yaparlar hayr içün
Hayrı budur kim
geçerler seyr içün
Tâ gerek bünyadı
muhkem ola ol
Ol geçenler ayıda üş
toğrı yol
Terazi korsun hevaset
dartmağa
Kasd idersin beni oda
atmağa
Terezi ana gerek
bakkal ola
Ya bazergan tâcir-ü
attar ola
Çün günah murdarların
murdarıdır
Hazretinde yaramazlar
kârıdır
Sen gerek lütf ile
anı örtesin
Pes ne hacet murdar
açup darlasın
Ayıdursun kim sen oda
urayum
Şirkünü bir denk
artuk ise göreyim
Şerri azatmak elünde
hayrı çok
Hayr içün itmek değül
mi hayrı çok
Sen temaşa kılasın
ben hoş yanam
Haşa lillah senden ey
Rabb-ül-enâm
Sen basirsin hod
bilürsin halümi
Pes ne hacet darlasın
a'malümi
Geçmedi mi intikamun
öldürüb
Çürüdüb gözüme toprağ
toldurub
Hiç Yunus'tan değdi
mi sana ziyan
Sen bilürsin âşikârâ
vü-nihan
Bir avuç toprağa
bunca kıyl-ü kal
Neye gerek ey Kerimi
Zülcelâl”
Anlamı:
“Ey tanrım, ben kendime acı çektirdim,
tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sana ne, neden bana bir de sen ceza
vereceksin, beni acılara atacaksın? Sen, bana iyi adam olamadın, benim karşıma
suçlardan sıyrılmış pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin diye beni suçlarsın.
Oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni sana karşı
koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, senin yarattığın insanın
sence suçlu olması nedendir? Benim yaptığım işler içinde utanılacaklar varsa,
beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin? Gözümü kapkaranlık,
içinde şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülükler dolu bir dünyaya açtığımda,
kendimi günahları biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de
beni niçin suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı? Sen, kıyamet
günü bütün kötülükleri ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin.
Kötülükleri ortaya koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir.
Ben senin varlıklarından ne aldım, neni eksilttim, egemenliğini mi elinden
aldım, sözünü mü geçtim sözümle? Seni aç mı, susuz mu bıraktım? Kıldan ince
köprü yapar da dersin ki: Ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi köprüden insan
geçemez. Uçması, ya da düşmesi gerekir. Sonra köprü başkalarının kötülüğü için
değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir köprü olmasa gerek. Bir de
kötülükleri tartmak için ölçeğin varmış. Bunu ancak bakkallar, bir de
alışverişle uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar. Senin büyüklüğüne bütün
suçları bağışlamak, görmemek yaraşır. Ben, bu yaptıklarının bir tekini bile,
senin bir tanrı olarak, yüceliğine yakıştıramıyorum doğrusu."[6]
Gördüğümüz
gibi, Yunus Emre de tıpkı Nietzshe ya da Sartre gibi insanın özgürlüğünü
sorguluyor. Tanrı insanı yaratmış, ona sayısız yetenek vermiş, sonra bütün
özgürlüklerini elinden almış. Sonra da bütün yapıp ettiklerinden insanı sorumlu
tutmuş. Yunus Emre Tanrıya yankışmayan davranışlarıbirbir saymıştır.
Yunus
Emre gibi aynı temayı Kaygusuz Abdal şöyle dile getirir:
“Yücelerden yüce gördüm
Erbabısın sen koca Tanrı
Âlem okur kelam ile
Sen okursun hece tanrım
Asi kullar yaratmışsın
Varsun şöyle dursun deyu
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı
Kıldan köpri yaratmışsın
Gelsün kullar geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı”
Azmi
ise Tanrıyla ilişkisini daha da ileriye götürmüş ve Ateist izler taşıyan
sorgulamalar yapmıştır.
“Azmi'nin şiirinde bir tanrıtanımazlığın
en ince, en açık izleri vardır. Çünkü şaka da olsa, tanrının yaptığı, ya da
yaptığı söylenen bu eylemlerle, yaratma olayları ile. Kur'anda yazılı olan
cennetle cehennemle düpedüz alay etme var ortada.
Kürekle mi yaptın sen
bu dağları
Derken ortada bir tanrıya sığınma, onun
büyüklüğüne inanma düşüncesi ardından gidilmediği apaçıktır.
Kazanlarda katranların kaynarmış
Yer altında balıkların oynarmış
On bu dünya kadar ejderhan varmış
Şerbet mi satarsın yılancı mısın?”[7]
Tipik bir Teist anlayışın sonucu olarak
şeriatın ezgiyi, çalgıyı yasaklamasının ardından Dertli şöyle der:
“Ne âyet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytân bunun neresinde
Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Müfti gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde
Dut ağacından teknesi
Kirişten bağlı perdesi
Behey insanın teresi
Şeytan bunun neresinde
Dertli gibi çarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde.”
İslam ülkelerindeki çalgıların çoğunun Hint-İran-Bizas,
Eski Mısır, Babil-Sümer-Akad kökenli olduğunu düşünürsek dışlayıcı yaklaşımın
nedenini anlayabiliriz”.[8]
Kaynaklar
1. Schure,
Eduard; Büyük İnisiyeler, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1999.
2. Hooke,
Samuel Henry; Ortadoğu Mitolojisi, İmge Yayınları, Ankara, 2003.
3. Encyclopedia
of Philosophy, Volume 4, “GOD”, Thomson Gale, USA, 2006.
4. The
Shorter Routledge Encyclopedia of Philosophy, Routledge, USA, 2005.
5. Hançerlioğlu,
Orhan; Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 6, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979.
6. Armstrong,
Karen; Tanrı’nın Tarihi, Ayraç Yayınları, Ankara, 1999.
7. Rosenberg,
Donna; Dünya Mitolojileri, İmge Yayınları, Ankara,1998.
8. Baldock,
John; Sufizm Gizli Öğretisi, Sınır Ötesi Yayınları, İstanbul, 2006.
9. Ömer
Hayyam; Bir ıslak Ateş Rubailer, Dünya Yayınları, İstanbul, 2004.
10. Eyüboğlu,
İsmet Zeki; Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar,
11. Yıldırım,
Halit; Tanrı Algılayışları, 2007.