30 Kasım 2008 Pazar

Masalın Kötü Kahramanının Hayatı

Masal gibi yaşanmış
Bazı hayatlar.
İyi değil ama,
Mutlu değil,
Aklından geçtiği gibi hiç değil.

Masal gibi işte;
Masalın öteki kahramanları gibi,
Hani iyinin kazandığı
Kötünün kaybettiği masallardaki
Kötünün hayatı...

İyinin varlığını göstermek için
İyinin doğruluğu için
İyinin yüceliği için
İyinin meşruluğu için
...

Bunun için yaşanan bir hayat da
Masal gibi değil midir ki?
Masalın bir parçasıysa o da;
En unutulacak,
En sevilmeyecek,
En kaçınılacak...

Ve ölümsüzdür aslında
Masallar
Ve
Masalların içindeki hayatlar.

Bilim, Bilimsel Bilgi ve Yöntem, Dünyayı Kavrayışımız Üzerine

GİRİŞ

Bir bilgi ve bilme sistemi olarak ele alındığında bilim diğer bilgi ve bilme biçimlerinden farklı bir yapıda görünmektedir. Bilim, öteden beri, büyük ölçüde bilgi edinmenin, doğru bilgiyi elde etmenin tek yolu sayılmıştır. Özellikle doğa bilimlerinin 17.yüzyıldan itibaren görülen hızlı gelişimi nedeniyle bilim, toplumlarca en değerli bilgi biçimi olarak değerlendirilmiştir; bilimsel düşünüş de bu doğru bilgilere vardıran bir düşünme yolu olarak kabul edilmiştir.
Çağımızda yaygın olan görüş de bilimin son derece itibarlı bir konumda olduğu ve doğru bilgileri bize verdiği doğrultusundadır. Özellikle bilimlerdeki uzmanlaşmanın getirdiği dışa kapalılık, uzmanlar dışındaki kişilerin konuları anlayamaması gibi sorunlar nedeniyle bilim adamlarının kendi aralarındaki iç çekişmelerden, çatışmalardan genellikle habersiz olan kitleler, sadece bilimsel başarılardan, bilimsel faaliyetlerin sonuçlarından haberdar edildikleri için bilimi sarsılmaz olarak düşünmektedirler. Bu nedenle de bilim, bir bakıma, bir tabu haline gelmekte ve biricik ve en değerli, en doğru bilgi edinme kaynağı olarak kabul görmektedir.
Durum böyle olunca da ciddiye alınmak isteyen her araştırma alanı kendisini bir bilim olarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Böyle bir çabanın doğal sonucu olarak da bilim ile bilim olmayan arasına bir sınır çekmek; başka bir deyişle bilgilerin hangi noktadan sonra bilimsellik statüsünü kazandığını saptamak bir sorun olarak belirmektedir.
Bir araştırma alanının bilim haline gelmesini sağlayan şeyin ne olduğunu kendi kendimize sorduğumuzda çoğunlukla bir cevabımız vardır. Hiç düşünmeden, bugüne kadarki koşullanmışlığımızla verdiğimiz bu cevap, gerçekte bizde yerleşmiş olan bilim imgesini yansıtır. Genellikle de bu bilim imgesinin nasıl oluştuğunu ya da ne gibi önvarsayımlar üzerine kurulu olduğunu kendi kendimize sormayız.


Diğer bütün insani faaliyetler gibi bilim de bir bilgi edinme biçimi olarak insana özgüdür. İnsan açısından konuya bakıldığında ise insanın doğayı biliş koşullarının neler olduğunun; kendisi ile doğa arasındaki karşılıklı ilişkinin yapısının ne olduğunun incelenmesi araştırmanın asıl gündemini oluşturmaktadır.
Bir temel olmak üzere 'varolan' kavrayışından yola çıktığımızda ontolojik anlamdaki gerçekliğin yanı sıra dil ve düşünme bağlamında da bir varolan tasarımımızın olduğunu söyleyebiliriz. Böylece üçlü bir varolan tasarımımızın bulunduğunu düşünürsek bunların arasındaki ilişkilerin niteliği de incelenmek durumundadır.
Gerçeklik, ontolojik anlamdaki gerçeklik bir diğer deyişle Aristoteles'in "Varolan nedir?" diye sorup "Vardır." şeklinde yanıtladığı gerçeklik bizden uzaktır; bizim onu dolayımsız kavramamız mümkün değildir. Gerçekliği kavrayışımızda bize aracı olan şey insana özgü olan düşünme boyutudur. Birtakım sinirsel uyarımlar sonucu bizde oluşan algının belleğimizi oluşturmasıyla ve anlığımızın (zihnimizin) kendi yapısından kaynaklanan bazı süreçlerle gerçeklikteki nesnenin bir yansısı olarak kabul ettiğimiz bir başka gerçeklik boyutu oluştururuz. Dış dünyayı deneyimleyerek oluşturduğumuz bu diğer gerçeklik boyutunun ontolojik anlamdaki gerçeklik ile özdeş olduğuna 'genellikle' inanılır. Bir bakıma bu son derece doğaldır çünkü az önce de belirtildiği gibi gerçekliği biz ancak deneyimleriz; deneyimlerimiz sonucu onun hakkında bir kanıya ulaşırız. Deneyimleyerek ulaştığımız sonuçların daha sonraki deneyimlerimizle de uyuşması nedeniyle gerçekliğin doğrudan bir kavrayışına sahip olduğumuza inanırız. Anlıksal varlığın, düşünme bağlamındaki varlığın dile dökülmesi ile bu kez de bir başka anlamda varlık ortaya çıkar. Dil burada iletişimin ve daha temel olarak da deneyimlerin paylaşımının zorunlu bir koşulu olarak kendini gösteriyor.
Sağduyusal tavır gerçeklik ile dil arasında hiçbir ayrım yapmaksızın dilin gerçekliği olduğu gibi yansıttığı varsayımıyla iş görür. Oysa dil kurucu, örgütleyici, biçimleyici bir alettir; bütün bu özellikleri taşıyan bir aracı durumundadır. Dünya bize önceden nesnelere bölünmüş olarak gelmez; tam tersine olarak nesneler deneyimlerimizin sonuçları olarak meydana gelmektedirler. Dış gerçekliğin tek niteliği varolmasıdır. Varolmanın dışında hiçbir yüklemsel özelliğe sahip değildir. Varolanı kavramak, onunla gündelik hayatımızda karşı karşıya geldiğimiz noktalarda kurduğumuz temasla mümkündür. Burada büyük ölçüde belirleyici olan da ihtiyaçlarımızdır. Temelde biz varolanı parça parça kavrarız; bunun bir sonucu olarak da deneyimlenen her parça bizim için düşünme bağlamındaki bir varlıktır artık. Bunun dile dökülmesi ile de dolaylı olarak gerçeklik dilin kalıplarına sığdırılır. Gerçekte dil ile düşünme birbirinden ayrı şeyler değildir; zorunlu olarak birbirlerini gerektirirler. Bu nedenle de nerede düşünme varsa orada dil de vardır; bunun tersi de doğrudur. Gerçekliğin deneyimlenmesi sürecinin dışavurumu bağlamında kısaca sözcük ya da terim ne düşünmenin ne de dış gerçekliğin karşılığıdır. Her bir dolayımda ilk deneyimden birşeyler yiter gider ve elimizde deneyimlediğimiz gerçekliği yansıttığına inandığımız sözcükler kalır; böyle olduğuna inanmak zorundayız zira iletişimimizin temeli bu inançtır. Bu inancı taşıdığımız , yani dile gelenin dile getirdiği şey ile tam bir uygunluk içinde olduğunu düşündüğümüz sürece de dil bizim için bir sorunsal değildir; dilin yapısı ile gerçekliğin yapısı özdeş olarak algılanmaktadır. Ancak Ortaçağdan beri bunun böyle olmadığını düşünenler olmuştur. Bunlar için dil başlıbaşına bir sorunsaldır; ve hatta bilgi edinme çabamız sırasında son derece önemli bir konuma sahiptir.
Bu türden bir düşünme biçimi ilk bakışta doğabilimcilere uzak düşmektedir. Onlar daha ziyade doğal (naiv) tavırdan yanadırlar.
Quine, Duhem, Koyre gibi düşünürler bu türden doğal, sağduyucu yaklaşımın yerine daha bütüncü, insana özgü olan, insanın içinde yaşamakta olduğu topluma ve kültüre ilişkin ögeleri de içinde barındıran bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Kuhn'un genel olarak bilgiye karşı olan ana yaklaşımı bu düşüncelerin etkisi altında gelişmiştir. Doğa ile insan arasında dolayımı sağlayan şeyin ne olduğunu kendine sorduğunda verdiği cevabın hiç de aydınlatıcı olmadığını ileriki bölümlerde görmek mümkün olacaktır.

Kuhn bilimin hiç de öyle yerleşik bilim imgemizdeki gibi olmadığını savunur . Neden öyle olmadığına ilişkin düşüncesini ortaya koyarken destek aldığı alanlar ise tarih ve sosyolojidir. Dünyayı, dış gerçekliği kavramada bize aracı olan kavramsal çerçevelerin her dönemde farklı olduğunu düşünen Kuhn, her bir dönemin kendi bütünlüğü içinde kavranması amacıyla , dönemin içinde bulunduğu kavramsal çerçevenin, bir başka deyişle kafesin kavranması gerektiğine inanır.
Bilimin olağan durumu olarak betimlediği durum da bu türden bir kavramsal çerçeve içinde yapılan bilimsel faaliyeti ifade eder. Bir kavramsal çerçevenin içerisinde bilim yapmak demek, örtük olarak o kavramsal çerçeve üzerinde uzlaşmış olmak demektir.
Olağan bilimin uzlaşıma dayalı olduğu savından yola çıkarsak; olağan-bilimsel etkinliğin, üzerinde yapılanacağı birtakım temellerin bulunması gerektiği açıktır. Uzlaşıma dayalı olan bu temeller nelerdir? Araştırmacılar bu temeller üzerinde nasıl uzlaşırlar? Uzlaşım önemli ölçüde iletişime; iletişim de daha arka planda yer alan birtakım uzlaşımlara dayalı olduğuna göre bu türden temeller nelerdir? Ya da uzlaşım sadece pratik amaçlarla gerçekleşen ve aslında çok temel birtakım konuları kapsamayan bir şey midir?
En temel anlamda olağan bilim, genel kabul görmüş somut bilimsel başarıların bazılarının işlenmesini ve açımlanmasını amaçlar. Bu tür somut bilimsel başarıların genel anlamda kabul görmüş olmalarının dışında kaba (crude) bir analoji teşkil ediyor olmaları gerekir. Ancak bu koşulda olabildiğince geniş bir araştırmacılar grubuna hitap edebilir; açımlanmaya, incelmeye bir başka deyişle rafine olmaya daha uygun olabilir; kaba olması dolayısıyla başlangıçta doğaya uyum konusunda son derece iyimser mesajlar verebilir ve bu sayede de yeni araştırmacıları kendisine çekebilir.

Somut bilimsel başarının varlık koşulunun ne olduğunu sorduğumuzda sorunun temeline daha da yaklaşmış oluruz. Ancak bu kez de bilim dediğimiz faaliyet elimizden yitip gider ve kendimizi tam da bir belirsizliğin içinde buluruz.
Genel kabul gören somut bilimsel başarının varolması demek, genel kabul görmemiş olup da varlığını sürdüren ya da tarihe malolmuş başka başarıların varolmuş olmasını da zorunlu kılar. Bu durumda "genel kabul görme"nin ölçütü ne olacaktır? Kişisel tercihlerin bağlı olduğu ölçütler nelerdir? Her ölçüt belli bir alanın ölçütüdür; ölçüt uygulaması bir karşılaştırma işidir; ölçüt ile ölçütün uygulandığı nesne arasında bir karşılaştırma yapılması gerekir. Dolayısıyla da daha önceden "bu, bu alanda bir ölçüt olarak iş görür" şeklinde bir karar alınmış olması gerekir. Bu kararı almak için de bir topluluğun, hem de bazı temeller üzerinde sıkı sıkıya uzlaşmş bir topluluğun varolması gerektiği açıktır. Eğer böyle bir durum sözkonusuysa olağan bilim hep varolmuş demektir. Bilime bilim olarak yaklaştığımızda (bilimsel uzlaşımlar, başarılar, kuramlar, yöntemler, varsayımlar, devrimler vbg.) görece sorunsuz bir konuya girmiş oluruz. Oysa bilim niteliğini atfetmeksizin araştırma alanını, araştırma alanında nelerin olup bittiğini incelersek daha genel bir yaklaşımda bulunmuş oluruz. Ancak bu durumda da tartışma kaçınılmaz olarak felsefi bir nitelik kazanacaktır;dolayısıyla biz de Kuhn gibi belirsizlikten sıyrılmak amacıyla genel kapsayıcılığı olan bir kavrama dayanmak zorunda kalacağız.
Kuhn'un kullandığı paradigma kavramı zaman zaman son derece geniş kapsamlı (bir bütün olarak dünya görüşü) olarak kullanılmakla birlikte bazen de son derece dar kapsamlı ve somut olarak (tek bir alet parçası) kullanılmaktadır.
Bu çalışmayla amaçlanan, "Paradigma" kavramının (teriminin) bir tanımını vermek değildir. Tanım vermenin güçlükleri bir yana sözcüğün farklı bağlamlarda farklı anlamlar ve amaçlar için kullanılıyor olması da işimizi güçleştirmektedir. Bu nedenle bütün çalışma boyunca olabildiğince tanım da vermeye çalışarak kavramın içine sızma çabasında olacağız. Bir başka deyişle Kuhn'un düşüme biçiminin yapısını anlayarak, terimin belirgin bir tanımına ulaşmaktan çok içeriğinin betimlemesini elde etmeye çalışacağız.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Seni Gördüm Demiş Bana

Seni gördüm demiş bana
Bilir misiniz neyimi?
Ne saçımı
Ne tenimi
Ne de gözlerimin rengini..

Belki sadece adımı
Belki sadece geçerken bıraktığımı sandığı
Oradan geçmişliğimi,
Elimin değmişliğini belki

Ya da belki
Havasını içime çekmişimdir
Yaşadığı diyarların.

Gördü ama beni,
Düşünürken onu.

Karakutu

Buldu sandı
Karakutuyu.
Her tarafı kap karanlık
Ne ışık var
Ne bir beyaz.

Dediler
ışık doludur, aydınlıktır içi
Sandı öyle...

Yalan,
Vallahi yalan
Diyemedi kimse.

Herşey Bende Saklı; Kusurlarım da...

Aklım durdu bugün,
Ruhum dondu.
Ne biri diğerini
Ne de öteki öncekini
Hiçbiri birbirini
Duymadı bile bugün.

Oysa aklımın planladıkları
Ruhumun ihtirasları vardı bugün.
Aklım durdu
Ruhum sustu
Hatalar üst üsteydi
Kusurlar ruhumdan taştı.

Şimdi acılar içinde
Yapayalnız
Düşünmedeyim.
Anladım böyle geçmiş hayatım
Kovalar gibi yapıp kaçarak,
Tutkusuzca isteyerek,
Sımsıkıymışçasına ucundan tutarak
İsteklerin.

25 Kasım 2008 Salı

Baktı - Baktım

Baktım gözlerine bugün
Baktı gözlerime.
Kim kimi gördü.
Ya da kim kimi göremedi.
Bilmiyorduk;
Ayrıldığında gözlerimiz.

Orada Olamayıp Sende Olabilmek

Gelebilseydim
Oradaydım şimdi.
Gelememişsem eğer
Bil ki,
Benden değil.
Gelememişsem eğer
Bil ki,
Sende değilim demek değil.
Sadece orada değilim.

Gece ve Karanlık

Gece yalnız ve ıssız.
Uzak bana;
En uzak korkularım kadar
Ya da yakın bilmiyorum;
Nasıl ve ne kadar...
Ama gece,
şimdi orada,
Dışarıda.
Ağır,
Çok ağır, taşımak güç bazen,
Yükünü gecenin.
Günü beklemek mi gerekli
Yoksa kapatıp gözlerini;
Geceden daha kara,
Kapkara bir uykuya,
Beklemek mi günü...