Burada bulacaklarınız 1987 yılından bugüne yazdıklarımdan derlendi... Daha belki yüzlercesi de buraya girmek üzere sırada. Umarım az bile olsa kendinizden bir parça birşeyler bulabilir ve kendi yaşamlarınızı da sorgulayabilirsiniz. Amacım, yaşamları sorgulamak, ama değerleri yıkıp bırakmak değil. Onları yeniden kurabilecek, yeniden yorumlayabilecek yetkinliğe, huzura, isteğe, güce ve akla sahip olabilecek olgunluğa gelmek. Herkesin yaşamının bir amacı olmalı; herkes bunu kendi bulmalı.
19 Mayıs 2008 Pazartesi
SENİN UMUDUNLA (III)
Ömrümün sonları
Kolay mı olacaktı
Ardımda bırakmak sevdiklerimi
Bir umsarsız hastalık mı böyle
Alıp koparacaktı sevdiklerimi benden
Beni sevdiklerimden
Kalbim bir an duracak ve bir daha
Atmayacak mıydı.
Beklerken sonu
Belki de çok yakında gelecek olan
Umudu yitirmemek gerek
Direnmek gerek
Sonuna kadar
Seninle olup tekrar Tanrı'm
Bir yağmur damlası olarak dönmek dünyaya
Belki tek çıkar yol şimdi
Beklerken ölümü.
Oysa sen de bir nefes'sin
Ben de bir nefes
Duydukça senin nefesini nefesimde
Umudum var hala diyorum
Çare bulmakta derdime
Ömrümü uzatmakta
Seni sende yaşamakta.
19 05 2008
SENİN UMUDUNLA (II)
Ben burada
Bir değil miyiz aslında?
Nasıl ki benden bir parçasın sen
Ben de senden bir parça değil miyim?
Nasıl bırakır da beni ben yapanları
Gelir bir olurum seninle ben
Yüreğim derinlerde gömülü
Sen gel diyene kadar
Sen ki yüceler yücesi Tanrı'msın
Nedendir ki bensiz yapamazsın?
Ben senin umudunla buradayım
Sen benim umudumla ne yaparsın?
Hürüm düşüncelerimde
Hürüm kararlarımda
Senin hükmün gelinceye kadar
Bir "gel" demen yeter
Nasıl yettiyse bir "ol" demen
Gelir bir olurum seninle.
19 05 2008
Hayatın Diyalektiği
Her iyinin bir sonu,
Her kötünün olduğu gibi
Her acının da....
Hayatımız bir bekleyiş mi o halde,
Güzel olanların sona ermesini,
Kötülüklerin son bulmasını,
Acının yok olmasını...
Yoksa öyle mi olmalı ki;
İyiyle kötü
Hazla acı
Mutlulukla mutsuzluk
Eriyebilmeli tek potada
Bugünü yaşarken belki de,
Geleceğe gidip sürecin en sonundan bakılabilmeli bugüne
Görebilmeliyiz belki de Hayat Trenimize inenleri ve binenleri
Yoldayız yani aslında,
Uzun bir yolda
Hem içinde olmalıyız trenin
Hemde büyük istasyonda bekleyeni olmalıyız
Yoksa geçmez hayat...
HÜMANİZMANIN GEÇİRDİĞİ EVRELERLE İNSAN FELSEFESİNİN BAĞLANTISI
İnsancılık olarak değerlendirebileceğimiz bu kavram aslında kendi başına, içinde bulunduğu toplum ve coğrafyadan, ekonomik ilişkilerden bağımsız, bilimsel temellere oturmuş genel geçer kabul görmüş bir kavram değildir. Her çağda ideolojik olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.
2. Hümanizma Kavramının Sözlük Anlamı
Hümanizma kavramı Latince “Humanismus” kelimesinden gelir. “Humanismus”, insan anlamına gelen “Homo” sözcüğünün sıfatlaşmış “humanus” şeklinden gelir. Türkçedeki “insani” veya “insancıl” sıfatlarının karşılığı olan “humanus” sıfatı, insana ait, insanla ilgili, hatta bazen insana ilişkin bir veriyi, bir özelliği, bir olguyu gösterir.
Latincedeki “ismus” eki ise genellikle bir görüşü, bir kanıyı, bir öğretiyi, bir düşünce dizgesini göstermeye yarar. Böylece “Humanismus”, sözlük anlamında, genel olarak, merkezini insanın oluşturduğu bir dünya görüşünün, bir düşünce yöneliminin ifadesidir.
Aslında bu kavramın tarihçesi oldukça yenidir;
• Alman Pedagog Niethammer 1808 yılında yayınladığı “İnsan Severcilik (philanthropinismus) ve İnsancılık (Humanismus) Çatışması” adlı kitabında kavramı ilk kullanan kişi olmuştur. Yazara göre bu iki yaklaşım insanın eğitimindeki iki temel eğitim dizgesidir.
• 19 yüzyılın sonlarında kavramın kullanımı yaygınlaşmaya başlar. Filolog Voigt için “Humanismus”, bir tarih çağının ve manevi bir tutumun ifadesidir. Söz konusu çağ Rönesans çağıdır.
“Humanismus” kavramının bu kadar yeni olmasına karşın 15 yüzyıl İtalya’sında “umanista” sözcüğü ile karşılaşıyoruz. Başlangıçta belagat ve klasik edebiyat hocasını kasteden bu kavram, bir süre sonra anlam genişlemesine uğrar ve eski Yunan ve Roma yazılarını toplayan, inceleyen, yayınlayan kişi olur. Hatta “umanista”, genel olarak, bilgili, kültürlü, aydın insan için söylenen bir terim durumuna geçer.
Kavramın “Humanitas” haline ise çok daha eskilerde bulabiliriz; kavram İ.Ö. 83 tarihinde yazarı belli olmayan bir yapıtta geçer: yapıtın adı “Rhetorica ad Herennium” dur. Ancak kelimenin bu eserde çokça kullanılması göz önüne alınacak olursa, aslında o dönemde daha yaygınca kullanılıyor olduğunu düşünebiliriz.
Kelimenin biçimsel olarak Latin kökenli olmasına karşın içeriğinin özü Grek’tir. “Humanitas” sözcüğünü Latin diline tam olarak mal eden ise Cicero’dur. Yukarıda değinilen eserden hemen sonra Cicero için “Humanitas”, her şeyden önce, tam anlamı ile bir insan ülküsü oluşturur; verilmiş bir gerçekten çok, gerçekleştirilecek bir ereği gösterir.
Cicero için “Humanitas” ülküsü aşağıdakileri içerir.
• Bilgi
• Kültür
• Ahlak
• Ruh eğitimi
• Terbiye
• Nezaket
• Kibarlık
• Ruh asaleti ve yüceliği
• Eli açıklık
• Kadirbilirlik
• Arkadaş ruhlu olmak
• Şen ve neşeli olmak
• Şakacı ve nükteci olmak
• Ölçülü olmak
• Zevk sahibi olmak
3. Hümanizma Kavramının Tarihsel Anlamı
Tarihsel arka plana baktığımızda ise üç faklı yaklaşım biçimi ile karşılaşırız:
• Bunlardan ilki düşünme nesnesinin mitolojiden, evrenden ve doğadan insana çevrilmesinin başlangıcı olan Antik Yunan dönemidir. Bu dönemde, Sofistler ve Sokrates’in çalışmaları ile -Cicero’nun deyimi ile- felsefe bakışını “gökyüzünden yere indirmiştir”.
• İkinci olarak 14. ve 15. YY da Rönesans dönemi ile birlikte, Antik Yunan eserlerinin tekrar gündeme gelmesi, bu kültürün tekrar canlandırılmaya, Batı kültürünün bu kültürel temeller üzerine oturtulmaya çalışılması çabalarının tümü de Hümanizm olarak adlandırılır. Burada özellikle Ortaçağ boyunca kilisenin baskısı altında ezilen insanın, insan aklının tekrar keşfedilmesi ve yüceltilmesi çabaları ile kilisenin bu baskısından kurtulma çabaları söz konusudur. Bu dönemde ilgi odağı Tanrı değil insan olmuştur. Ancak Tanrı yine yaratıcı ve en yüce güç olarak kalmıştır. Bu anlamda baktığımızda bu dönemin hümanistleri tanrısal otoriteyi sarsmak düşünce ve niyetinde değillerdir.
• Sonuncu anlaşyış ise Protogaras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Görüşünü temel alan ve yararcılığın bir türü olan görüştür. Buna göre de bilginin ve doğruluğun ölçütü insanın gereksinim ve erekleridir.
Bu genellemelerin ışığında, aslında bugün bile hümanizm kavramı çeşitli bakış açılarından bakıldığında çok farklı olarak algılanabilmektedir. Tanımların içindeki bazı kavramları deşersek henüz bu kavramların üzerinde bile ortak bir algılayışın olmadığını görebiliriz. Örneğin insan, evren, yaşam kavramlarına baktığımızda bile pek çok yeni tartışmanın varolduğunu ya da açılabileceğini görebiliriz.
Buna bağlı olarak da rasyonalist, pragmatist, empirist, toplumcu, bireyci, gerçekçi, Marksist, varoluşçu, tanrı tanır ya da tanrı tanımaz gibi pek çok başka hümanist yaklaşımların olduğunu söyleyebiliriz.
Görüldüğü üzere ideolojik bir nitelik kazanmış olan hümanizma kavramının, nesnel bir tabana oturtulması ve genel geçer, evrensel nitelik kazanabilmesi için farklı yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır.
4. Antik Çağ’da Hümanizma
Antik Yunan’da Sokrates ile felsefe, gözlerini insan gerçeğine çevirir. İnceleme konusu insandır, insanın ahlakıdır, mutluluğudur... Ve tam bu noktada bir sorun ortaya çıkar: “Doğadan gelen” ve “insanın ortaya koyduğu” arasındaki karşıtlık. Bunun dayanağı doğa ile insanın temelden farklı olduğudur. Böylece eski Yunan’da insan, ussal olmak niteliği ile doğal olandan ayrılır. Ancak doğa da ussaldır, usumuz ile kavrayabileceğimiz yapıdadır. İnsan, ussal olmasının yanı sıra, toplumsal bir varlıktır da. Yani ussallığı ile birtakım kurumları ortaya koyabilir: ahlak, devlet, din vb.
Bu temel görüşten kaynaklanan antikçağ hümanizması temelde eğitimseldir. İnsanın bedensel ve ussal yeteneklerinin eğitim ile geliştirilmesini amaçlar. Çünkü bu hümanizmanın ereği “erdem” dir, erdemli bireyler yetiştirmektir. Platon’a göre bir toplumda ne kadar çok “değerli” (erdemli) birey varsa, o toplum o kadar “değerli” (erdemli) dir. Böylece hümanizmanın sınırları genişler, bireyler düzeyinden toplumlar düzeyine çıkar. Bu yükselmeyi sağlayacak olan da eğitimdir.
Bu tür bir hümanizma, sonraki Rönesans hümanizması ile kıyaslandığında oldukça sağlamdır; ayakları yere basar, somut bireyin kendisini gözetir. Ancak zorunlu olarak yine de sınıfsal bir bakış vardır. Bu hümanizma ancak Atinalı Yurttaşlara hitap etmektedir. Temellendirilişinde güzel olan hümanizma sonradan politik bir yan kazanır ve ideolojik bir niteliğe bürünür.
5. Stoacılar
Antik Yunan hümanizmasının ayakları yere basıyordu belki ama bastığı yer Atina’nın arka bahçesiydi adeta. Oysa bahçenin dışında kalan nice ormanlar vardı. Fakat bu hümanizma o bahçenin çitlerini aşamadı. Stoacılar bu evrenselliğe ulaştılar. Düşüncelerinin temeline insanların eşitliği fikrini koyarlarken bu eşitliği evrensel boyutta aldılar. Stoacılarda hümanizma evrensel bir niteliğe büründü; tanrının yerini doğa ve ona katılan insan usu aldı; usun gelişmesi (eğitimi) doğayı anlamayı sağlayacaktı. Yine ussallık yüceltildi ancak sonunda ussallığı meşru kılan bir mistisizme de varıldı.
6. Rönesans ve Burjuva Hümanizması
Antikçağ hümanizmasının ardından hümanizmanın ikinci evresi Rönesans ile başlayan Antikçağ yapıtlarının incelenmesine dayanan ve bu yolla bilimi kiliseye karşı savunmayı amaçlayan Burjuva hümanizmasıdır.
Feodalite içerisinde birtakım maddi koşullara sahip olan ve bunları biriktiren burjuva sınıfı bir başka otorite altında kalmak istemedi.
Rönesans ilkin İtalya’da başlar çünkü burjuvazinin en iyi oluştuğu bölgedir İtalya. Gelişen ticaret, deniz yolu ile olan dışa açılım zorunlu olarak kendini destekleyecek bir aygıta ihtiyaç duydu. Bu aygıt en tam anlamında bilimdi. Oysa bilimin savunulması varolan otorite ile ters düşmekteydi. Çünkü kilise tek otorite, doğruların tek kaynağı ve yayıcısıydı. Oysa burjuvazi pratik düşünüyordu, bilim, onun daha çok işine yarardı ve dolayısı ile kilise otoritesine ve feodalite artıklarına karşı savunulmalıydı.
Kilise, dünyaya aşkın ama aynı zamanda hâkim olan Tanrı’yı savunur. Oysa dönemin burjuvazisi dünyadaki insanı, Tanrı’nın en yüce, en üstün yaratısı olan insanı savunmak zorundaydı, üretim aracı da, tüketim yapanı da insandı.
Aslında bu noktaya kadar kilise ile burjuva hümanizması çatışmıyor. Ancak bundan sonra Burjuva Hümanizmasının savunduğu insan onuru ve özgürlüğü ile insanın evren üzerinde egemenliğini kurması düşünceleri kilise ile çatışır hale geldi. Burjuva hümanizması insana hakettiği yeri, değeri verme çabasında iken hak edilen değerin yine insanda bulunması gerektiğini savundu. Böylece dinle olan çatışmada bir adım daha atıldı. Tam bu noktada doğal hukuk kavramı oluştu. Doğal Hukuk ile tanrısal hukukun yeri dolduruldu, bir anlamda ona gerek kalmadığı mesajları verilmeye başlandı.
Şöyle diyor Petrosyan: “Feodalite içinde kapitalizm gelişiyordu. Böylece yükselen burjuva sınıfının ideolojisi, kitlelerin anti feodal ideolojisi ile bağlantılı idi, bir süre ortak amaç güttüler: Her iki ideoloji de feodalizmin koyduğu toplumsal ve dinsel sınırlamaları aşmak istiyordu. Gelişen kapitalizm sınırsız bir insan gücüne ihtiyaç duyuyordu; eskiden olduğundan farklı olarak, köle-efendi ilişkisinden kopmuş bir işçi arıyordu. Feodalizmin hiyerarşisini yıkmaya ve yasalar önünde eşitliği kurmaya can atıyordu. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, üretici güçlerin hızlı gelişmesini gerektiriyor ve bu da bilimsel bilginin hızla çoğalmasını kaçınılmaz kılıyordu. Burjuva hümanizmasının karakteristik çizgilerini belirleyen koşullar işte bunlardı.”
Bu hümanizma anlayışı doruğuna 18 YY Fransız aydınlanmasının yapıtları ile erişti. Onlar, insanı en yüce değer olarak gördüler. İnsanın kökeninin dinsel, ruhsal açıklamalarını reddettiler, insanı doğanın bir parçası olarak kabul ettiler.
Burjuva hümanizmasının çıkış ve varış noktaları hep soyuttaki insan, geneldeki insandı. Toplumsal koşullara bakılmaksızın spekülatif bir hümanizma oluşturuldu. Bu spekülasyona hâkim olan ise burjuvaziydi. Dolayısıyla bu spekülatif hümanizma, bir burjuva hümanizması; dolayısı ile bir burjuva ideolojisi haline geldi. Çağıyla sınırlı olan bu hümanizma anlayışı çağına göre oldukça ilerici ve iyi niyetliydi.
Hümanizmanın bu türü ve bu ideoloji 19 YY da Marksist hümanizmaya karşıt olarak “Yeni Hümanizma” adı ile yeniden savunulmaya başlandı. Ancak, somut koşullardan çıktığı savında olan bilimsel Marksist hümanizma karşısında ideolojik niteliğini koruyan spekülatif felsefe olma özelliğini sürdürdü.
7. Marksçı Hümanizma
Marksçı hümanizma, burjuva hümanizmasından temelden farklıdır; Marksçı hümanizma bilimsel bir anlayış olduğu iddiasındadır. Tarihin nesnel yasalarına dayanır. İnsanlık-öncesi çağından, insanın özgürce gelişebileceği ve bütün insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin maddi koşullarını inceler ve yasalarını çıkartır.
İnsanın sömürülmesine son vermeyi amaçlar. Bunu gerçekleştirecek olan sınıfın ideolojisini saptar. Marksçı hümanizma bir ülkü ya da öneri değil, bir gerçekleştirme yöntemidir. Marksçı insancılık spekülatif değildir, deneysel ve bilimsel verilere dayanır. Marks’a göre insanın özü denilen şeyin somut temeli toplumsal varlıktır. Toplumsal varlık da “her bireyin, her kuşağın varolan veriler olarak hazır bulduğu” üretim güçleri, sermayeler, toplumsal ilişki biçimleri toplamıdır.
Bu görüş ile burjuva hümanizmasının somut insansal özü, toplumsal temellere dayanan somut insanlara dayatılmış olur ki bu, spekülasyondan uzaklaşıp somuta ulaşmaktır. Marks için insansal öz, soyut değil somuttur, düşünsel değil maddidir, doğal değil tarihseldir, tek başına bireye değil toplumsal ilişkiler bütününe içkin bir özdür.
Marksçı hümanizm somut durumun somut analizidir; amacı yorumlamak, düşüncellikte bırakmak değil, dönüştürmektir.
Marks’a göre : “Özel mülkiyet fikrini ortadan kaldırmak için, düşünülen komünizm tamamen yeterlidir. Gerçek özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için ise gerçek bir komünist eylem gereklidir.” Buna bağlı olarak gerçek felsefe eyleme dayanır, eylem ise somut gerçekliğin bilimsel olarak kavranmasını zorunlu kılar.
Lucien Seve’ye göre : “Tarihsel maddecilik, her türlü insan biliminin temelidir; hatta bilimsel anlayışına dayalı bir genel teoridir. Tarihsel maddecilik, gerçek insanların ve onların tarihsel gelişiminin bilimidir; dolayısı ile tarihsel maddeciliğin nesnesi toplumsal ilişkileri içindeki insanın gelişimi ile örtüşmektedir. Öyleyse tarihsel maddecilik aynı zamanda bilimsel antropolojidir ve daha net bir deyişle, bilimsel antropolojinin biyolojik bölümüyle eklemlenen toplumsal- tarihsel bölümüdür.”
Marksizm, insan bilimiyle örtüşen tarih bilimi olduğu ölçüde bilimsel hümanizmadır. Aksi halde diğer hümanizmalar gibi spekülatif olur.
8. Varoluşçu Hümanizma
Varoluşçuluk geçmiş yüzyılın başından itibaren damgasını vurmuş olan bir düşünce akımıdır. Öğretisinin kimi parçalarını Antik Yunan dönemine kadar izleyebilsek de çağdaş varoluşçuluk birbirinden çok farklı şekillerde kendini göstermektedir.
Kolayına kaçarsak, varoluşçuluğu insanın varoluşunu, somut gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne alan felsefi öğreti olarak tanımlayabiliriz.
Genel olarak bakıldığında kötümser bir felsefe olarak yorumlanan varoluşçuluk, insanın kendi varoluşunun farkındalığını vurgular. İnsan, bu dünyaya çırılçıplak atılmış olan bir varlıktır. Toplum içinde kaybolmuştur. Kendini gerçekleştirme olanakları elinden alınmıştır. Güçsüz, zayıf ve zavallıdır. Kendisi olma süreci bile kendisinin elinde değildir. Tüm başkaları cehennemdir onun için.
Varoluşçuluğun temel savlarından birisi de varoluşun özden önce geldiği savıdır. Bir başka deyişle, insan önce dünyaya gelir, varolur; sonra onu insan yapan, kendisi yapan değerler oluşmaya başlar.
Varoluşçuluğa yapılan eleştirilere karşı Sartre şunları söyler: “...insancıl dayanışma yokmuş bizde. Kişioğlunu tek başına ele alıyormuşuz, ....., bütünden koparıyormuşuz. Çünkü yalnızca öznellik olarak görüyormuşuz onu; çünkü yalnızca Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Sözüne dayanıyormuşuz; çünkü yalnızca kişioğlunun tek başına kendini kavradığı anı göz önünde tutuyormuşuz. Bundan ötürü de yöremizdeki insanlarla bağlantı kuramıyormuşuz; dışımızda yaşayan ve cogito ile yanına varılamayan kimselerle dayanışma gösteremiyormuşuz.”
Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere, varoluşçuluk çoğunlukla haketmediği eleştirilerin muhatabı olmuştur. Marksistler onu bireycilikle, dini çevreler dinsizlik ve tanrı tanımazlıkla suçlamışlardır.
Oysa temelde Hıristiyan varoluşçuluk ve Tanrı Tanımaz varoluşçuluk olmak üzere iki tip varoluşuçuluk olmakla birlikte çok farklı başka varoluşçuluk şekilleri de bulunmaktadır.
Buna karşın en temel ilke değişmeden kalır: “varoluş, özden önce gelir”.
Yine Sartre’dan alıntılayalım: “Varoluşçuya göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez; hiçbirşey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası diye birşey de olamaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.... insan, varolduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan sonra olmak istediği gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun baş ilkesi de budur işte... gelgelelim, gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir. Ne var ki biz, “insan sorumludur derken”, yalnızca “kendinden sorumludur” demek istemiyoruz, “bütün insanlardan sorumludur” demek istiyoruz.... “İnsan kendi kendisini seçer” dediğimizde, herbirimizin kendi kendisini seçmesini anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız...”
Görüldüğü gibi varoluşçuluğun insan ve hümanizma anlayışı, daha somut insana yönelik olan ve insanın kendini gerçekleştirmesini amaçlayan bir hümanizma anlayışıdır. Bu anlayış içinde ideolojik öğeler olabildiğince yalıtılmıştır.
9. Yeni Bir Din Olarak Hümanizm
Özellikle 19 YY dan itibaren başlayan bilimlerin yükselişi ve insanlığın gündelik yaşamına da yansıyan pek çok buluş sayesinde bilimsel yöntemlere olan inanç ve saygı arttı. Bu bağlamda da insan aklının önemi ve bu araç ile ortaya koyduklarının doğruluğu kanıtlandı.
Ekonomik ve teknolojik gelişmeler ve ilerlemeler, yeni bilimsel bilgiler ve buluşlar insanlığı sürekli bir ilerleme yolu ile en yüceye erişme hevesine getirdi. Bilginin sınırına gelindiği, artık bilinecek bir şeylerin kalmadığı ya da yakında kalmayacağı, hatta yapılacak buluşların hepsinin yapıldığı gibi inanç ve yaklaşım belirdi.
Özellikle de İnsanın evrimine ilişkin olarak ortaya konan gözlemler ve bilimsel açıklamalar bu dönemde çok daha sağlam ve sarsılmaz bilgiler olarak dikkat çekti. Ancak elbette ki karşı görüşte olanlar da vardı. Başta kilise olmak üzere bu görüşlerle mücadele etme ya da dinsel yaklaşımları bu görüşlerle uzlaştırma çabaları oldu.
Renan’ın şu sözleri bu açıdan ilginçtir: “yürekten inanıyorum ki geleceğin dini katıksız bir hümanizm olacaktır, yani insanın bütününe saygı; hayat ahlaki bir değer taşıyacak, kutsileştirilecek, yüceltilecek. Yarının başlıca kanunu güzelim insanlığa özen göstermek olacak. Belli bir şekle bürünmeyecek bu inanç, hizipler ve tarikatler gibi kimseye kapalı olmayacak. Akıldan başka kılavuz tanımayan, gizli remizleri, tapınakları, rahipleri bulunmayan, kiliseler dışı dünyada gönlünce yaşayan geniş ve hür ilim.. işte insanlığı kanatlandıracak biricik inanç.”
Bu alıntıda da görüldüğü gibi insana ve insan aklına, onun saygınlığına verilen aşırı değer, hümanizmanın kendisini de adeta bir din konumuna getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında ise hümanizma ya ateist ya da agnostik bir karakter kazanmıştır.
10. İnsan Felsefesi Yaklaşımı
Hümanizmanın yukarıda değinilen karakterine karşın insan felsefesinin konusu ve dayanağı çok daha farklıdır. Hümanizma, bir ideoloji, bir düşünüş biçimiydi. Felsefede ise insan sorunu, ya metafizik ya da mekanik yorumlarla ele alınmış ancak gereken önem verilmemişti. Ancak gelişen bilimler ve Yeni Ontoloji yöntemi ile insan önemli bir sorun yumağı haline geldi. Ontolojik yöntemlerle ayrılan dünyada insanın yeri, diğer varlık tabakaları ile ilişkileri, benzerlikleri ve farklılıkları sorun haline getirildi.
Bu yaklaşım ışığında günümüzde insan; madde, bitki ve hayvan gibi başka varlık tabakaları arasında özce onlardan bir varlık tabakası olmak anlamında, bilim ve felsefesinin konusudur.
İnsan felsefesinin kurucusu Max Scheller’dir ona göre insanın kendi kendisinin bilincine varmasının tarihi, onun mitsel, tanrıbilimsel ve felsefi görüşlerinin tarihinden önce gelmelidir. Bu tarih, insanbilime bir giriş olabilir. Scheller’e göre insanın ayırıcı niteliği tin’dir.
İnsanın kendisine ilişkin bilinçliliği geliştikçe insan tanımları ve anlayışları da farklılaşır. Scheller bunları şöyle ayırır:
• Dinsel görüş,
• Homo Sapiens (Akıllı İnsan / Bilen İnsan) görüşü,
• Homo Faber (Alet Yapan İnsan) görüşü,
• Tüm insan kültürünü onun dirimbilimsel zayıflığına dayatan görüş,
• Üstün insan görüşü.
Scheller’e göre insan kavramının iki anlamı var:
• Belirli bir hayvan türü olarak insan
• Evrende özel bir yeri olan insan, yani kişi olarak ortaya çıkan tinsel-dirimsel / psiko-vital bir varlık olarak insan.
Scheller, tamamen Yeni Ontoloji yöntemine dayalı olarak insan denen somut bütünlüğü inceler. İnsan doğaya bağımlı olan bir varlıktır. Ancak onun daha üst bir kademe olarak canlı olma ve daha üst olarak da ruhlu olma özellikleri vardır. Böylece o, psiko vital bir varlıktır. İnsanın bir de bağımsız, özerk bir yanı vardır. Bunu ruhbilim ve dirimbilim incelemez. Bu inceleme alanı insanı hayvandan ayıran “tin” alanıdır.
Scheller’in amacı insanın kozmosta özel bir yeri olduğunu ve insanla hayvan arasında niceliksel değil, niteliksel bir farklılık bulunduğunu temellendirmektir.
Scheller’in kurucusu olduğu insan felsefesi hümanizma gibi bir “izm” değildir. Bu nedenle ideolojik metafizik bir özellik taşımaz. İnsan felsefesinin hareket noktası insanın somut varlık bütünlüğüdür.
Hümanizmalar bir insanlık ideolojisi ortaya koymaya çalışmışlardı. Oysa insan felsefesi, somut insanın diğer varolanlardan olan farkını ortaya koyma, onun dünyadaki yerini saptama, özniteliklerini belirleme çabasındadır. Onun araştırma alanı, birer fenomen olarak ortaya çıkan insan başarılarıdır. Örneğin insan; bilen, eyleyen, değerler kuran, özgür olan, çalışan, ideleştiren bir varlık olarak ele alınır. Bütün bu fenomenler insanın somut varlık bütününden çıkan ve onu diğer varolanlardan ayıran niteliklerdir. Böylece en genel anlamda insan felsefesi, insan ile hayvan arasındaki farklılıkları ortaya koyma çabasındadır ki, bu farkı da somut insanın analizi ile ortaya çıkan tinsel fenomenler aracılığı ile yapar.
Hümanizmanın ise böyle bir kaygısı yoktu. O da insandan yola çıkıyor, onun doğadaki özgül yönünü saptıyor ancak bunun üzerinde derinlemesine analizde bulunmuyor. Hümanizma daha pratiğe yakın, daha politik bir görünüm arz ediyor. İnsan felsefesi insanın tasvirine çabalarken hümanizma ona erekler saptıyor.
Hümanizma, insanın kendi kendisinin bilincine varma çabasının bir aşaması olarak görülebilir. Kendi kendinin bilincine varma çabası ise insan felsefesi ile olgunluğa ulaşıp ontolojik olarak temellendirilmektedir. Yani bir anlamda insan felsefesi hümanizmanın temellerini bilimsel olarak ortaya koyup sorgular durumdadır. Bu yolla aslında insan felsefesi hümanizmaya sağlam temeller vermektedir. Örneğin artık Atina hümanizmasındaki Atinalı Yurttaş’a has olan haklar ve nitelikler, ontolojik temellere dayanan insan felsefesi ile savunulamaz hale gelmiştir. Bu tür bir hümanizma yerini global bir insan anlayışına bırakmak zorundadır. Bu yolla da hümanizmanın evrenselliği gerçek anlamda sağlanabilecektir.
Bugünkü yaygın bakış açısı ile Hümanizma ideolojik olarak kullanılmaktadır. Ekonomik politikaların temelinde gelişen yaklaşımlar ile baktığımızda hümanizmanın erekleri tamamen göz ardı edilmekte ve egemen devletlerin yönlendirmesi ile kendilerince uygun bir hümanizma anlayışı pompalanmaktadır. Örneğin, hümanizmanın ereği erdemli bireyler ve erdemli toplumlar yetiştirmek ve bunu yaparken de insansal değerlerin en tepeye konulmasını sağlamaksa, bugün dünyanın içinde bulunduğu durumu tekrar sorgulamak gereklidir.
“Uygar” Batı vatandaşlarının hümanizma anlayışı ile pratikteki davranışları, kalın bir hümanizma perdesi ile gölgelenmiştir. Bir tarafta örneğin, lüks tutkusu içinde bir pırlantaya ödenen servetler varken, diğer tarafta, örneğin Güney Afrika’da, pırlanta madeninde modern köleler olarak çalıştırılan başka insanlar vardır.
Dünyamızın bugünkü durumunu gözlemlediğimizde Hümanizmanın artık yeni bir çağa girmekte olduğunu düşünebiliriz. Acaba, “uygar” Batı dünyası kendi değerlerini, ekonomisini, güvenliğini, refahını korumak adına zaten ekonomik platformda varolan insanlar arasındaki eşitsizliği daha bir temellendirmek için bir takım düşünsel çabaları takdir edip teşvik edecek mi? Hümanizmanın ereklerinden biri olan dünya vatandaşlığı artık bir yalan mı? Yoksa yine bu “uygar” devletlerin koyduğu hümanist kriterlere uyanlar için bir erek olmaya devam edecek, ama diğerleri için yepyeni bir sınıf mı yaratılacak?
Kanımca, bu yüzyıl insanlık için yeni bir hümanizmanın düşünsel temellerinin tartışılıp oluşturulmaya başlanacağı bir dönem olacaktır.
Kaynaklar:
Mengüşoğlu, Takiyettin ; “İnsan Felsefesi”
Scheller, Max; “İnsanın Kozmostaki Yeri”
Marx & Engels; “Alman İdeolojisi (Feuerbach)”
Seve, Lucien; “Bilimsel antropoloji ve Bilimsel Hümanizm”; Felsefe Dergisi 89/4
Petrosyan, H.; “Aydınlanma ve Burjuva Hümanizmasının İlerici Dönemi”; Felsefe Dergisi 89/2
Arat, Necla, “İnsan Felsefesine Giriş”, (Ders notları)
Zekiyan, Boğos; “hümanizm”, İnkılap Kitabevi.
SENİN UMUDUNLA
SENİN UMUDUNLA
Nedendir bilmem
Tuhaf bir duygu var içimde
Ölmüş de dirilmişim gibi
Çok içimişim de ayılmışım gibi
Dünyaya yeni gelmişim gibi.
Nasıldır nedendir bilirim elbette
Ama diyemem sizlere
Dilim bağlı,ellerim bağlı
Yüreğim küp içinde toprağa gömülü.
Olsaydım eğer
Olduğumdan farklı biri
Ne böylesine acılar çekerdim
Ne düşünürdüm
Geride bırakacaklarımı
Beni ben yapan değerler
Engelliyor beni
Ama hürüm düşüncelerimde
Hürüm kararlarımda
Ne zaman ki düşünürüm seni
İçim hep acıyla dolar
Aklım hep huzursuz olur.
Ama bilirim ki varsın ve oradasın
Yüreğin atıyor ve yaşıyorsun,
Çok sükür derim o zaman
Çok şükür ki umut var hala...
4 Mayıs 2008 Pazar
YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE
Aklımın yolunu seçtim hep,
Ne düzdü
Ne de çok karmaşık
Ama çatallaydı yollar
Kararsız kaldığım da oldu, kararsızlıktan ağladığım da
Geriye baktığımda anladım ki kaybolacağım dönersem eğer
Hep ileri her zaman
Ne kadar çatallansa da yollar
Her zaman bir yol var
Anladım ki;
Eğer özgürsem yollarımı seçmekte
Aklım karar veriyor ne zaman nasıl ve kaç çatal olacağına yollarımın
02 05 2008 12:15