izzet metcan
Burada bulacaklarınız 1987 yılından bugüne yazdıklarımdan derlendi... Daha belki yüzlercesi de buraya girmek üzere sırada. Umarım az bile olsa kendinizden bir parça birşeyler bulabilir ve kendi yaşamlarınızı da sorgulayabilirsiniz. Amacım, yaşamları sorgulamak, ama değerleri yıkıp bırakmak değil. Onları yeniden kurabilecek, yeniden yorumlayabilecek yetkinliğe, huzura, isteğe, güce ve akla sahip olabilecek olgunluğa gelmek. Herkesin yaşamının bir amacı olmalı; herkes bunu kendi bulmalı.
1 Temmuz 2017 Cumartesi
15 Mart 2016 Salı
KAPI
Gün akşam oldu.
Kapılar kapandı.
Aklım içerde kaldı,
Yüzüm dışarda.
Görmek istedi gözüm,
Göremedi.
Kapılar kapandı,
Dışarda kaldım.
Yapayalnız kaldım.
Kırıldım kaldım.
Çalamadım kapını,
Alamadım içerde kalan aklımı.
Kapı büyüdü,
Ben küçüldüm.
Karanlıkta kaldım,
Uykusuz,
Yorgun,
Bezgin,
Kırgın...
26 Ekim 2014 Pazar
24 Temmuz 2014 Perşembe
KEŞKE’DEN GEÇTİK
-->
KEŞKE’DEN GEÇTİK
Kısa küt parmakların
Uzun da olabilirdi.
Kısa kumral saçların
Siyah dalgalı da olabilirdi
Şairin dediği yolun yarısını
Geçmemiş de olabilirdin.
O zaman sen sen mi olurdun
Yoksa aradığım bir başkası mı
Belki de bulduğum değildin sen
Belki aradığım da...
Bulmadıysam henüz, bulacak mıyım?
Ya sen,
Bana yardım edecek misin;
Kendimi de bulma,
Seni de bulma yolunda?
Yoksa uzaktan öylesine,
Farkındalıkla böyle,
Yokmuş gibi,
Aramıyormuş gibi mi olacağız
Yaşamımızdaki amacı,
Geçmişte yitip giden güzellikleri?
Keşke diyebilecek kadar yakın bile değiliz takvim üstünde...
Uzun da olabilirdi.
Kısa kumral saçların
Siyah dalgalı da olabilirdi
Şairin dediği yolun yarısını
Geçmemiş de olabilirdin.
O zaman sen sen mi olurdun
Yoksa aradığım bir başkası mı
Belki de bulduğum değildin sen
Belki aradığım da...
Bulmadıysam henüz, bulacak mıyım?
Ya sen,
Bana yardım edecek misin;
Kendimi de bulma,
Seni de bulma yolunda?
Yoksa uzaktan öylesine,
Farkındalıkla böyle,
Yokmuş gibi,
Aramıyormuş gibi mi olacağız
Yaşamımızdaki amacı,
Geçmişte yitip giden güzellikleri?
Keşke diyebilecek kadar yakın bile değiliz takvim üstünde...
5 Ocak 2014 Pazar
14 Kasım 2013 Perşembe
6 Ocak 2013 Pazar
SAĞDUYU: İNANÇ – BİLGİ – NORM
SAĞDUYU: İNANÇ – BİLGİ – NORM
Sağduyu (Le bon sens) dünyada en iyi paylaşılan
şeydir; çünkü herkes onunla öylesine iyi donatılı olduğunu düşünür ki, tüm başka
şeylerde hoşnut edilmeleri çok güç olanlar bile genellikle ondan şimdiden
ellerinde bulunandan çoğunu istemezler.
Rene
Descartes, “Yöntem Üzerine Söylem”
|
GİRİŞ
Bu
yazıda aslında bildiğimizi düşündüğümüz ve çoğunlukla sorgulamadan kabule
eğilimli olduğumuz pek çok kavramdan birisi olan “sağduyu” (common sense) kavramını
inceleyerek içeriğini doldurmaya ve farklı bakış açılarında ne gibi anlamsal
değişikliklere uğradığını sorgulamaya çalışacağım. Bunu yaparken sahneye
koyduklarımın arkasında duran sorunum, günümüzde sağduyunun yerinin ve farklı
anlamlarının sorgulanması olacak.
Kavramın
tüketici bir tanımını verme girişiminde bulunmayacağım; bunun mümkün olmadığını
düşünüyorum. Ancak, düşünce tarihi boyunca kimi düşünürlerdeki yerine bakarak çeşitli
farklı disiplinlerle ilişkileri açısından tek olan insanda nasıl içkin bir
şekilde hep varolduğunu ve işler olduğunu göstermeye çalışacağım.
Bilindiği
şekli ile common sense’in insanlararası ortak bir duyumsama değil,
duyular
arası ortak bir çıkarsama ya da belki de doğanın içindeki insanın doğayla bir
olma noktası olduğu düşüncesini açmaya çalışacağım. Bu anlamıyla da
“sağduyu” nun anlam olarak yetersizliği ile kavramın gündelik pratikte yaşamsal
öneme sahip bir araç olarak kullanımını serimlemeye çabalayacağım. Nihai olarak
kavramın farklı şekillerde gruplanabilecek anlamlarını göstermeye çalışacağım.
İlk
anda sözcelendiğinde kulağımıza hiç de yabancı olmayan sağduyu kavramı biraz
üzerine düşündüğümüzde, tıpkı diğer birçok kavram gibi, muğlâklaşır ve aslında
bir nefeste dillendirebildiğimize pişman eder bizleri. Öyle ya karşımızdakine “ne
kadar sağduyulu bir insan” dediğimizde kavramın anlamını sorgulamayan herkes
onaylayacaktır yapıştırdığımız etiketi; sanki hepimiz kavramın tüm çerçevesinde
uzlaşmışızdır.
İNSANLAR “SAĞDUYU”
DAN NE ANLIYOR?
Sağduyu
(İng. Common Sense, Fr. Bon Sens, Alm. Gesunder Verstand, Es. Tr. Hasse-i
Selime) kelimesi dilimizde “doğru, akla uygun yargılara varma yeteneği”[1]
anlamına geliyor. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde ise “günlük yaşamda iyi yargılama
gücü”[2]
anlamına gelmekle birlikte, verdiği yargılardan her zaman doğruluk
beklenemeyeceği belirtiliyor.
Kelimenin
İngilizce’deki anlamına[3]
baktığımızda ortak, doğal, gündelik, genel, resmi olmayan, alışkanlıkla ilgili
gibi anlamları olan “common” ve duyu, anlam, his, algı anlamına gelen “sense”
kelimelerinden oluşan birleşik bir kavram olduğunu görüyoruz. Birleşik bir
kavram olarak iyi duyu (good sense), uygulanabilirlik, kuramsal olasılıklardan
çok gerçek kullanımla ilgili olan (practicality), duyarlı, akıllı, sezilir
(sensible) anlamında ve aslında insanın dışındaki başka canlılarda da,
muhtemelen günlük pratikte insana en yakın olan canlı olan, atlar için de
kullanılan at duyusu (horse sense)[4]
anlamlarına geliyor.
Felsefe
Ansiklopedisi’nde “Günlük yaşamın belirlediği görüş, duyuş, davranış ve düşünüş
biçimlerinin tümü…” olarak ifade ediliyor.[5]
Arda
Denkel şöyle bir tanım yapıyor:
“Belirli bir etkinlik
alanında, özelleşme öncesi ve günlük yaşam çerçevesi içinde gelişen ve bu
yaşamın parçası olan her bireyin katıldığı tutarlı inançlar ve yargılar
dizgesine uygun olan. Bu dizgeye dayanarak yapılan güvenilir nitelikli yargılar”.[6]
Yukarıdaki
tanımlamalara batığımızda sağduyunun bilgi, pratikte uygulama olanağı
olan bir şey ve inanç olmak anlamında farklı kavramsal çerçevelere oturduğunu
görebiliyoruz.
Bilme
bakımından alındığında kendisinden kuşku duyulmayan apaçık şeyleri kendisi aracılığıyla
tanıdığımız şeydir sağduyu. Böyle bakıldığında temellendirilmesine,
sorgulanmasına ve belli bir akıl süzgecinden geçirmeye bile gerek duyulmayacak
kadar apaçık olara bilgilerdir.
Pratikteki
uygulamalar olarak bakıldığında karşımıza kimi zaman
belli bazı otoriteler tarafından bize verilen “ortak bilgi” (common knowledge)
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortak bilgilerin, tıpkı Roma ya da Stocalar
döneminde olduğu gibi, kitlsenin bilgileri olduğu ve kitlenin gündelik
yaşamlarını ve belki de yaşamdan beklentilerini belirleyen belirsiz kavramsal
çerçeveler olduğunu düşünürsek, bu anlamıyla konumuz olan “common sense” ten bir
miktar uzaklaştığımızı görebiliriz.
İnançlar olarak
bakıldığında ise bilgi olarak değerlendirdiklerimizin kimilerinin temellendirilmekten
uzak kalmaları ve temellendirilmelerinin mümkün olmamaları nedeniyle bunların
yaşamın devamı için gerekli olan inançlar olarak göründüğünü söylemek gerekir.
Örneklerini Moore’da görebileceğimiz gibi, bir dünyanın dün de varolduğu,
yarın varolmaya sürdüreceği türünden inançlardır bunlar.
Bu
yaklaşımların tümüne baktığımızda ortak noktalarının şüphecilikten kaçınmak
üzere, ona karşı tezler olarak kullanılmaları olduğunu görebiliriz.
İnsan
her zaman doğru olanı aramıştır. Doğrunun arandığı çerçeve epistemolojik, ontolojik,
etik ya da psikolojik bağlamlarda olabilir. Ama her zaman içindeki şüheden
kurtulmak için olan bu doğruyu arayış süregelmiştir. İçinde tüm doğruları
barındırdığı iddiasında olan “dinler” konumuz dışında olmakla birlikte
insanların tüm kuşkularını ve hatta belki sağduyularını kullanmalarını bile
gereksiz kılacak kadar mutlak olanı dile getirme çabasında olmuşlardır.
İnsan,
varlık alanına atılmış bir varlık olarak kendisinin ya da kendisi dışındaki bir
dış gerçekliğin varolduğunun farkına varma ve bunun bilinebilir olduğuna olan
inancın kökeninde de kendi beni dışındaki varlıklardan kopuşu ya da bağı
gösteren sağduyusu vardır.
Belki
de köklerini buradan alarak yaşamın akışına uyum sağlamak ve bu uyum sağlama
çabaları içinde köklerinden aldığı sağduyusal inançlarla gündelik yaşamını
sürdürebilmek adına insana içgüdüsel bir yönelim vermiştir sağduyusu.
Sağduyu,
en iyi eğitilmiş insanda ya da hiç eğitim görmemiş olan insanda da vardır.
Belki sonrakinde öncekinden daha fazlası da vardır; belki yaşam içinde
karşılaşacağı sorunları alt etmede, kendi varoluşundan gelenden daha güçlü bir
dayanağa ihtiyacı olmayandır sağduyudan en çok nasibini alan…
20. YY ÖNCESİ SAĞDUYU
Sağduyu
kavramı felsefenin dışında, günlük yaşamda da, çok sıkça kullanılan bir
kavramdır. Bir felsefe kavramı olarak yüzyıllar boyunca kullanılagelmiş, ancak
bu esnada önemli değişiklikler de geçirmiştir.
Aristoteles
ve onun izinde giden Aquinas gibi ortaçağ düşünürleri için sağduyu, duyularımız
aracılığı ile elde ettiğimiz ortak duyumlar (sensibles) hakkındaki verileri
birleştiren bir zihinsel yetenektir.
Ortak duyumlar (common sensibles), birden fazla duyu ile algılanan
özelliklerdir; örneğin, biçim ya da büyüklük gibi. Bu gibi özellikler basit ya
da özel duyular dediğimiz renk ya da tat gibi duyumlardan farklıdır.
Herhangi
bir cismin rengini, kokusunu, tadını ve diğer tek tek özelliklerini farklı
duyularımızla algılasak bile örneğin o cismin biçimi ya da büyüklüğü gibi bütüncül
kavrayış gerektiren özellikleri tek tek olan duyumlarımızdan ortaya çıkmaz.
Ancak birtakım zihinsel süreçler sonucunda tek tek olan bütün duyumlarımızın
birleşmesi ile cisim hakkında ortak bir duyuya, sağduyuya sahip olabiliriz.
Aristoteles için sağduyu denen zihinsel
yeteneğimiz aynı zamanda tek tek duyumlardan gelen verileri birbiri ile de
ilişkilendirir, onları bütünler. Böylece örneğin, tek bir şey için yuvarlak ve
kırmızı nitelemesini yapabiliriz.
Stoacılara
göre bu gibi konular “ennoai koinai” (common realizations), herkes tarafından
kabul gören ve kanıtlama ya da yargılama gerektirmeyen inançlardır.
Roma
döneminde de “common sense” in kaba halk kitlesinin inançları olduğu
düşünülürdü.
Descartes
“Yöntem Üzerine Söylem”’de sağduyuyu, yani aklı, “sağlam yargıda bulunma ve doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü”[7]
olarak tanımlar. Ona göre bu güç tüm insanlara eşit olarak verilmiştir. Onu iyi
kullanmaktır önemli olan:
“En büyük ruhlar en büyük
erdemlere olduğu gibi en büyük erdemsizliklere de yeteneklidir ve çok yavaş yürüyenler,
eğer her zaman doğru yolu izlerlerse, gerçekte koşmalarına karşın yolun dışına
çıkanlardan daha ileri gidebilirler.”[8]
Descartes’ın
yöntemsel şüpheciliği sonraki tüm filozofları etkilemiş ve onun açtığı yolda
akıl merkezi bir konuma gelmiştir. Akıl doğruyu edinmenin biricik kaynağı
olmuştur. Ama aynı zamanda beden – zihin ikiliği ile bunun sonucu olarak ikisi
arasındaki uyumun nasıl sağladığına ve sağlanıp sağlanamadığına ilişkin
kuşkuculuk da artarak sürmüştür.
Bilen
özneyi merkeze yerleştiren Descartes sonrasında aklın yetenekleri ve sınırları
sorgulanmakla birlikte, ona da nihai ve sağlam bazı temeller bulunabilmesine
ilişkin çeşitli görüşler de oluşmuştur.
İleride
değineceğimiz gibi, Kant bilme yeteneğimizin sınırlarını titizlikle
araştırırken sağduyunun kabalığına vurgu yapmıştır. Sağduyunun ateşli
savunucusu olan Reid ise beden – zihin ikiliğini tanrısal bir müdahale ile
aşacağını düşünmüş ve dış dünyanın gerçekliğinin teminatını tanrı yapmıştır.
Locke (1632 – 1704)
Locke,
bilgi problemine ilişkin yaklaşımı açısından Reid, Hume ve Kant gibi önemli
düşünürleri etkilemekle birlikte analitik felsefenin de temellerinin
dayandırılması açısından önemli bir konumdadır.
Locke’un
duyumlar konusundaki açıklaması için onun birincil ve ikincil nitelikler
kavramlarına bakmak gerekir.
Locke’a
göre tüm bilgimiz duyumlardan gelir, doğuştan gelen ideler yoktur, tanrı
tarafından kafamıza yerleştirilmiş değillerdir. Tam tersine hepimiz doğuştan
bir tabula rasa olarak dünyaya geliriz, deneyimlerimiz tabula rasa'mız üzerine
işlenmeye başlar. Locke’un “reflective” yaklaşımında ayrıca bizim aynı zamanda
doğuştan gelen akılyürütme yeteneğimiz vardır. Bunun sayesinde doğrudan duyum
verileri dışında da bilgi oluşturabiliriz.
Locke,
ideleri dünyada bir yere değil, insanla dünya arasına yerleştirmiş ve algı
problemine bu bağlamda yaklaşmıştı. Bu yaklaşımla sonradan gelişecek olan
kuşkuculuk kaçınılmaz olmuştu: idelerimizin dünyaya uygun olduğunu bize ne
garanti edebilir? Bu yaklaşımla doğal olarak tekbenciliğe de gidiyoruz: diğer
insanlar hakkındaki deneyimlerimiz kendi zihinlerimiz hakkındaki
deneyimlerimizdir.
Locke’un
yaklaşımının doğurduğu kuşkuculuk sonraki kimi düşünürler tarafından önemle ele
alınır ve giderilmesi için zihin ve dış gerçeklik arasında aracılar ya da
bilinebilirliğin sınırları sorgulanır. Bu çabaların bir sonucu olarak “common
sense” bir güvence noktası olarak ortaya konur. Reid, Locke’ın “reflective”
yaklaşımına karşı “pre-reflecive” bir olgu olarak sağduyuyu vurgular.
Aynı
zamanda onun “atomcu” yaklaşımı Ayer gibi analitik felsefe geleneğindekilerce
de kendilerine yakın bulunacaktır.
Thomas Reid (1710 – 1796)
Kurucusu
olduğu İskoç Okulu’na göre, sağduyu, tüm insanlarda bulunan “prereflective”
ilkelerdir. Bu ilkeler basit ve tanrının yaratmasından kaynaklandığı için de
güvenilirdir. Bu nedenle de bu ilkelerin tersine giden felsefeler sonuçta
yanılacaklardır. Bu yaklaşımla aslında sağduyu kavramına doğuştancılık – zihnin
kendiliğinden yeteneği olma anlamında bir ikilik göze batıyor. Tarihsel süreci
boyunca da bu ikiliğin sürekli olarak gündemde olduğu görülüyor.
Reid’in
yaklaşımında tanrı tüm gerçekliğin doğruluğunun teminatı olarak insanlara
verdiği sağduyu ile bilinebilirliği sağlıyor. Ancak tanrıtanımaz kişiler için
bile sağduyu dediğimiz kavramın öyle ya da böyle bir anlamı ve değeri olduğunu
düşünecek olursak bu açıklamanın yetersizliği ortaya çıkacaktır.
Reid
şöyle diyor:
“İnsan zihninin yapısı,
insan bedeninki kadar karmaşık ve mükemmeldir. İnsan zihninin yetenekleri,
bedenin organlarında olduğu gibi, çeşitli olan amaçlarına uygun bir şekilde
uyarlanmışlardır. Gerçekte, zihnin bedenden daha yüksek ve soylu bir düzeyde
olmasından dolayı, bedenine kıyasla, tanrının bilgeliği ve yeteneklerinden çok
daha fazlasının onun yapısında olduğu düşünülebilir. Öyleyse insan zihni, kendi
başına olduğu kadar zihnimizin bilgilerinin bilimin diğer dallarını ne ölçüde
etkilediği adına da, araştırılmaya değer bir konudur.” [9]
Gördüğümüz
gibi Reid, doğuştancı / yaratılışçı bir yaklaşımla, “divine architect” dediği
tanrının insan zihnini de insan bedeni de yarattığını, ama insan zihninde
kendisinden daha fazla pay verdiğini vurguluyor. Bu yolla da dış dünyanın,
gerçekliğin teminatı artık tanrı oluyor.
Buna
karşın Reid, doğrudan gerçekçiliği (direct realism) benimser: Dünya onu
deneyimlememizden bağımsız olarak vardır ve duyumlarımız aracılığıyla bilinir
olur, duyumlarımız zihnimizdeki dünyanın doğrudan ifadesidir.
Reid’e
göre bazı inançlar bize salt insan olduğumuz için doğamız tarafından dayatılır.
Bu inançlar, evrenseldir ama bazen Locke gibi fiolozofların eğip büktüğü
kelimelerin cazibesine kapılırız. Sağduyu inançları o kadar doğaldır ki, daha
derinlerdeki ya da daha genel ilkeler ile yaklaşılarak doğrulanamazlar; onların
doğrulaması tanrının yarattığı insan doğasındadır.
Kant
Prolegomena’da Hume’u eleştirir ve onun acımasız düşmanları olan Reid, Oswald,
Bettie ve Priestley’in onun sorununun asıl noktasını gözden kaçırdıklarını
söyler. Kant’a göre Hume’un sorusu;
“Neden kavramının doğru, işe
yarar ve doğa bilgisi bakımından şart olup olmaması değildir; çünkü bundan Hume
hiçbir zaman şüphe etmemişti; soru, acaba bu kavramın akıl yoluyla apriori
düşünülüp düşünülemeyeceği, böylelikle de tüm deneyden bağımsız bir iç hakikati,
dolayısıyla daha yaygın, sadece deneyin nesneleriyle kısıtlı olmayan
kullanılabilirliği olup olmadığıydı…”[10]
Bunu
söyledikten sonra şöyle devam eder:
“Bu ünlü adamın hasımları,
bu soruya yanıt bulmak için, saf düşünmeyle ilgili olan aklın doğal yapısının
derinlerine inmeliydiler; bu da onlara uymuyordu. Bu nedenle, hiçbir kavrayışa
dayanmadan inatlarını yerine getirmek için, daha rahat bir yol buldular, yani
sağduyuya (Menschenverstand) başvurdular. Gerçekten de düz (veya son zamanlarda
adlandırıldığı gibi sade) bir sağduyuya sahip olmak, gökten gelen büyük bir
armağandır. Ne var ki, kendimizi haklı çıkarmak için ileri süreceğimiz akıllıca
bir şey bulamadığımızda, ona bir kâhin gibi başvurarak değil, yapıp
ettiklerimizle, düşünüp akıllıca söylediklerimizle onu kanıtlamak gerekir.
Kavrayış ve bilim bitmek üzere iken, ancak ve ancak o zaman sağduyuya
başvurmak, son zamanların ince buluşlarından biridir ve burada en yavan gevezenin
bile en sağlam kafa ile boy ölçüşmesi, hatta başa çıkması olağandır. Ama en
küçük bir kavrayış kırıntısı bulunduğu sürece, bu ilk yardım malzemesine
başvurmaktan kaçınmak iyi olur.”[11]
Böylece
aslında Kant’a göre sağduyu, filozofun başvurmaması gereken bir birşeydir;
çünkü o kitlenin yargısıdır. Popüler olmak isteyen kişi ona başvurur ve alkış
alırken, filozofun yüzü kızarır.
20. YY DA SAĞDUYU
20.
YY da gördüğümüz felsefe akımları da Tüm felsefeler gibi çağının toplumsal ve
kültürel koşullarının ürünleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bilimlerin
yükselişinin zirvede olması, sürekli ilerleme düşüncesine olan sağlam inanç ve
artık tek geçer akçenin bilimsel bilgi edinmenin yöntemleri olduğuna, bunun
dışındaki yöntemlerin bilgi üretmeyip sadece spekülasyon yaptıklarına yönelik
görüş yirminci yüzyıla girerken etkin olan görüşlerdi.
Bununla
birlikte 20 yüzyılda tek bir görüşün, düşünme biçiminin ya da filozofun
etkisini görmek de mümkün değildir. Tam tersine, bu yüzyıl, daha önce belki de
hiç olmadığı kadar hızlı değişen, üreten ve yeni ekolleri doğuran bir dönem
olmuştur.
Bilimsel
yöntemin yükselişi ancak, belli bir dönem sonra kendisine kuşku ile bakılmaya
başlanması, dünya savaşları, ekonomik buhranlar, işçi sınıfının genişlemesi ile
eğitimin yaygınlaşması, “modern”leşen yaşam tarzları aynı zamanda insan olgusunun
ön plana çıkmasına ve yalnızlaşan, yabancılaşan insanın sorunlarına
eğilinmesine de neden olmuştur.
Descartes
ile başlayıp Kant’ta doruk noktasına çıkan özne çıkışlı felsefe anlayışından
insandan ve insanın inançlarından bağımsız nesnel bir dünyanın bilgisinin
mümkün olduğunu savunan bir dönemdir bu dönem.
Bu
dönemdeki temel eğilimlere bakarsak:
· Analitik
gelenek,
· Fenomenolojik
gelenek,
· Eleştirel
ya da yıkıcı gelenek
Olarak
gruplamak mümkündür.
Analitik gelenek
temelleri Hobbes ve Hume’a kadar geri götürülebilecek, en önemli temsilcileri
arasında Frege, Moore, Russel, Wittgenstein ve Viyana Çevresi düşünürleri olan
gelenektir. Dünyanın çok sayıda basit öğeden oluştuğu ve karmaşık olan
nesnelerin basit öğelerden oluştuğu ve eğer bu basit öğelere
ayrıştırılabilirlerse bilinebilmelerinin mümkün olduğu düşüncesi ile felsefe
yapmışlardır. Bu ekolün temsilcilerinin pek çoğu bilim insanları olduklarından
özellikle spekülatif ve metafizik nitelikteki felsefeyi dışlayarak,
felsefesinin işinin dilsel ya da mantıksal analiz yapmak olduğunu söylerler.
İkinci
büyük gelenek olan Fenomenolojik geleneğin kurucusu
Husserl’dir. Kant’ın düşüncesinin aksine kendinde şeylerin bilince
göründüklerini savunur. Bu nedenle de bilince döner ve bilincin
yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın gereğini vurgular. Aynı zamanda
realist bir tavır ile şeylerin karşılıklı ilişkisi üzerinde de durur.
Üçüncü
büyük gelenek olan Eleştirel ya da Yıkıcı geleneğin en
önemli temsilcileri Foucault ve Derrida’dır. Bu gelenek aydınlanma felsefesine,
pozitivizme, akıl merkezciliğe, metafiziğe kısacası yüzyıllardır batı
felsefesinin temelini oluşturan tüm kavramlara saldırmış ve hepsini eleştirerek
temelinden sarsmıştır.
Sıradan
insanların dünya hakkındaki inançları duyumların bize söylediklerinin
dolayımsız, apaçık kabulü üzerine kuruludur ve özellikle dış dünyanın varlığı
ve içeriği ile ilgili olduğunda gelişmiş kuşkuculuktan muhtemelen daha
doğrudur.
“A
Defence of Common Sense”[12]
de Moore doğru olduğuna inandığı sağduyusal bazı önermeleri sıralar:
· Şimdiki
anda yaşayan bir insan bedeni vardır; bu benim bedenimdir.
· Bu
beden geçmişteki belli bir zamanda doğmuştur.
· Doğduğundan
beri ya dünya ile temas halinde olmuş ya da çok uzağında olmamıştır.
· Onunla
temas içinde olan aynı cinsten başka şeyler de vardır.
· Yaşayan
başka insan bedenleri vardır.
· Ben
doğmadan önce de dünya vardı.
· Ben
bir insanım ve doğumumdan beri çok çeşitli deneyimlerim oldu.
· Kendi
bedenimi ve onu çevreleyen diğer şeyleri – diğer insan bedenleri de dâhil-
sıkça algıladım.
· Sadece
şeyleri değil, olguları da algıladım; şuradaki şömine rafının bana kitap
rafından daha yakın olduğu gibi.
· O
sırada farkında olmadığım olguların da farkındayım; bedenimin dün de varolduğu
gibi.
· Doğru
ya da yanlış olsun inançlarım ve geleceğe ilişkin beklentilerim var.
· İnanmadığım
bir gerçeklikteki düşsel şeyler, kişiler ve olaylar hakkında düşüncelerim var.
· Düşlerim
ve farklı türden birçok duygularım var.
Moore’un
verdiği bu örnekler olağan durumda gerçekten de sorgulamadan kabul ettiğimiz önermelerdir.
Ama örneğin şunlardan temel bir farkları var mıdır?[13]
· Soğukta
sıkı giyinmeden sokağa çıkarsam üşütürüm.
· Zeytinyağı
sağlık için margarinden daha iyidir.
· Oruç
tutmak sağlık için iyidir.
· Gülmek
ucuz ve etkili bir antideprasandır
· Rüya
görürüm ve gördüğüm bu rüyaların yorumlayabileceğim bir anlamı vardır.
· Kadınla
erkek arasında entelektüel farklılıklar yoktur.
· Hiçbir
şey ışıktan daha hızlı değildir.
Tüm
bu önermeler de aslında gündelik yaşamda sorgulamadığımız ama doğruluğuna
inandığımız önermelerdir. Bunların pek çok farklı kökeni olabilir; deneyimler
ya da büyüklerimizin yönlendirmeleri, içinde yaşadığımız kültür, dini
inançlarımız gibi.
Moore’un
yaklaşımı, Sokrates’ten beri süregelen gündelik olayların derininde gizemli bir
gerçeklik olduğu düşüncesine karşı çıkan büyük bir değişimdir. Günlük,
sağduyuya dayanan inançlar aşağı yukarı doğrudur. Moore, dış dünyanın varlığı
gibi, sağduyunun işaret ettiği gerçeklerden daha gerçek bir şey olmadığını
düşünür.
Özellikle
şüphecilere karşı olarak, bir anlamda Reid ekolünün de devamı niteliğinde, “bir
şeyin gerçekliğini felsefi anlamda ispatlamak” ve “sağduyuya dayanarak bilmek”
arasında bir fark gözettiği söylenebilir. Bu yolla sağduyu, gündelik pratik
yaşamda da şüpheciliği yener. Dışsal objelerin varlığını göstermek için bilinen
bir ispatı vardır. Elini kaldırıp başıyla işaret eder ve
1. İşte
bir el, işte bir el daha,
2. Öyleyse
(Madde 1 gereği) iki fiziksel nesne vardır,
3. Öyleyse
(Madde 2 gereği) dış dünya vardır.
Öncülün
sonuçtan farklı olduğunu ama sonuca işaret etmekte olduğunu, böylece dışsal
dünyanın varlığını gayet güzel ispatladığını savunur. Ancak görüldüğü gibi
ortaya koyduğu yaklaşım felsefi olmaktan uzak, sağduyunun koşulsuz bir savunusu
gibi görünür ve sonradan, Wittgenstein da dâhil olmak üzere, pek çok düşünür
tarafından eleştirilerek yetersiz ve geçersiz bulunur.
İngiliz
idealizmine Moore ile birlikte karşı çıkan Russel, idealist İngiliz düşünürlerin
sağduyuya karşı çıkmalarının tersine her zaman sağduyunun yanında olmuştur. Bu
nedenle de Frege, Russel ve Moore kaynaklı olduğu söylenebilen Analitik Felsefe
her zaman sağduyuyu savunmuştur.[14]
Russel
da şüphecilerin argümanlarına karşı dış dünyanın bilinebilirliğini
savunur. Ona göre sağduyu duyu
verilerinin fiziksel nesnelerin işaretleri olduğunu tasdik eder.
“Kimi ortak inançlarımız
kuşkusuz katı verilerimizin dışında bırakılmışlardır. Bizi, duyulur nesnelerin
genellikle biz onları algılamadığımız zaman da varlıklarını sürdürdüklerini
kabul etmeye yönelten inanç böyledir. Başkalarının zihinleri üzerine olan inanç
da böyledir: bu inanç onların bedenlerini algılamamız yoluyla türetilmiştir ve
onun türetilmiş olduğunu fark eder etmez mantıksal doğrulama isteği duyulur…
[dünya] üzerine söyleyebileceğimiz en çok şey, Descartes’ın benzeri bir süreçle
ulaştığı dünyadan biraz daha geniş olduğudur, çünkü o dünyada Descartes’ın
kendisiyle düşüncelerinden başka hiçbir şey bulunmuyordu.” [15]
Russel
her ne kadar sağduyunun bilimsel çalışmalardaki önemini vurgulasa da bilimle
sağduyunun temel bazı farkları olduğunu söyler. Russell’a göre sağduyu:
“(1) Aşırı bir güven içinde
kuşkuya yer vermemektedir, (2) açık ve seçik olmaktan uzaktır, (3) kendi içinde
yeterince tutarlı değildir. Buna karşılık bilimsel düşünmeyi niteleyen
özellikler arasında belli ölçüde kuşkuya yer verme ve ihtiyatlı kalma, açık ve
belirgin bir dil kullanma, her türlü çelişki ya da tutarsızlıktan kaçınma gibi
özelliklerin önemli yer tuttuğunu görüyoruz.” [16]
Wittgenstein (1889 – 1951)
Wittgenstein
Moore’un şüpheciliğe karşı “Proof of an External World.” Adlı eserinde ortaya
attığı sağduyusal çıkarsamayı, başka birçok yorumcu gibi, yetersiz ve hatalı
bulur.
Wittgenstein
bu gibi önermeleri “dayanak önermeleri” (hinge propositions) olarak adlandırır.
Ona göre bu önermelerin sorgulama pratiğimizde özel bir rolü vardır. Bu
önermeler sorgulamalarımızın etrafında döndüğü dayanakları oluştururlar.
“… Bu önermeler sorgulama
pratiği içindeki bakış açıları değil, aksine bir şekilde sorgulama pratiğinin
oluşturucusudurlar. Bunun için epistemolojik değerlendirmenin dışındadırlar.” [17]
Wittgenstein
bu gibi destek önermelerine örnek olarak şunları verir:
· İki
elim var.
· Dünya
beş dakikadan daha yaşlıdır.
· Adım
L.W.’dır.
· 12x12=144
Wittgenstein’a
göre:
1.
“Bu
önermeler heterojen bir tür oluştururlar. Wittgenstein’în kendisinin kesin
olarak inanmasını bir yana bırakacak olursak, görünürde onları bağlayan hiçbir
şey yoktur. Dayanak önerme türlerini belirleyen bir fonksiyon yoktur.
2.
Bir
bağlamda dayanak önermesi olan bir önerme bir başka bağlamda normal bir önerme
olabilir. Moore örneğindeki, “iki elim var” önermesi konuşucu tarafından
kontrol edilmesi gerekmeyecek kadar kesindir.
Ancak bir ameliyat sonrasında her tarafı bandajla sarılı olan bir
konuşucunun söylemesi durumunda kontrol edilmesi ihtiyacı vardır.
3.
Bu
önermeler Descartes’çı anlamda şüphe edilmez önermelerdir. Yani, bunlar her
zaman iflah olmaz ya da -cogito gibi- apaçık değillerdir. Bu açıdan onların şüphe
edilemezlikleri onların gerçeklik olasılıklarının göstergeleri değildir.
4.
Bu
önermeler temelsizdirler. Dayanak önermeleri yukarıda “2” de değinildiği gibi
dayanak olarak kullanıldıklarında günlük eylemlerde temellendirmeleri
gerekmezler.” [18]
Wittgenstein’a
göre Moore’un bu önermeleri bildiği iddiası yanlıştır. Ona göre şüphe ve bilgi
iddialarının dayanak önermelerine uygulanmaları uygun olmaz. [19]
Tractaus’ta
şöyle der:
“Tümevarım süreci,
deneyimlerimizle uyumlu kılınabilecek en yalın yasayı kabullenmemizden
ibarettir.” (6.363)
“Bu sürecin ise hiçbir
mantıksal temellendirmesi yoktur, yalnızca psikolojik bir temellendirmesi
vardır. Açık ki, gerçekten de şimdi e n
y a l ı n durumun ortaya çıkacağına inanmak için bir neden yok.”
(6.3631)
“yarın güneşin doğacağı, bir
varsayımdır; bu da şu demek: doğup doğmayacağını b i l m i y o r u z.”
(6.36311)
Görüldüğü
gibi Wittgenstein da sağduyu inançları dediğimiz şeyler ile bilme konusunu
ayırıyor. Sağduyu inançlarımız olsa olsa bizim dayanak noktalarımız olur;
bunların üzerine bilgi önermelerini kurabiliriz. Öyleyse Wittgenstein için
sağduyu inançları “üzerinde konuşulamayan” türünden şeylerdir.
20
YY’ın başlarındaki metafiziği elemine etme ve felsefe faaliyetinin sınırlarını
ve yapısını yeniden çizme çalışmalarında Ayer’i de görüyoruz. Bütün felsefe
tarihinin bir tür metafizik tarih olduğunu öne sürmediğini ama büyük ölçüde
metafizik içerdiğini vurgular.
Ona
göre örneğin Locke’ın “Essay Concerning Human Undestanding”’ine bakıldığında
bunun temelde analitik bir yapıt olduğu söylenebilir.
“Genellikle Locke’un, zamanımızda Moore’un
olduğu gibi, bir sağduyu felsefesi ortaya koyduğu kabul edilir. Fakat o da,
Moore gibi, sağduyu inançlarımıza bir önsel doğruluk vermeye kalkmaz. Tersine
o, bir filozof olarak işinin birtakım deneysel önermelerin geçerliliğini
bildirmek ya da yadsımak olmayıp, onları çözümlemek olduğunu anlamış görünür.
Çünkü kendi deyimiyle, ‘ortalığı biraz temizleyip bilgi yolunu kaplayan
saçmalıklardan birazını ortadan kaldırmada iyi bir işçi olarak çalışmak’la
yetinir; böylece kendini tümüyle, bilgiyi tanımlama, önermeleri öbekleme ve
özdeksel şeylerin doğasını gösterme gibi analitik işlere verir.”[20]
Popper,
bilimsel yöntem konusunda çalışmalar yapmış ve yanlışlanabilirlik ilkesinin
önemini vurgulamıştır. Ona göre tümevarımsal önermeler hiçbir zaman mutlak
anlamda doğrulanamayacağına göre aslolan doğrulama faaliyetinin, deneyin, daha
açık ifade ile teorinin yanlışlanabilir nitelikte olmasıdır. Böylece
yanlışlanabilir olan bilimseldir ve tatmin edici doğruluk sonuçları verdikçe ve
yanlışlanmadıkça doğrudur.
Bu
yöntemle Popper bilimsel düşünme mantığını ortaya koyuyor ve metafizik olan
öğelerden, başta da inançlardan uzak kalmaya yönlendiriyor. Ona göre
doğrulayıcıları çok olan ve yanlışlayıcıları belirsiz olan kuramlar da bilimsel
değildir. Bir bilimsel kuram hangi koşullarda geçerliliğini yitireceğini de
açıkça belirtmelidir. Bu ise her zaman emprik temelli olmayabilir.
Popper’a
göre bilim yapma faaliyetinde sağduyunu önemli bir yeri vardır. Ona göre bilim sağduyu ile başlar.
“Başlangıç noktası olarak
aldığımız her sağduyu varsayımına meydan okunabilir ve eleştirilebilir,
sıklıkla da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. (örneğin dünyanın düz olduğu
kuramı). Böyle bir durumda sağduyu ya düzeltme ile değiştirilmiş ya da aşılmış
ve bir kuramla değiştirilmiştir ki, [kuram] bazılarına daha kısa ya da daha
uzun bir zaman dilimi için az ya da çok çılgınca görülebilir. Böyle bir kuram
anlaşılmak üzere çok çalışılmasını gerektirebilir, sağduyu tarafından absorbe
edilmesi anlamında sonsuza dek başarısız bile olabilir. Ancak o zaman bile biz
ideal olana olabildiğince yaklaşmayı isteriz: bütün bilim ve felsefe
aydınlatılmış sağduyudur.” [21]
SONUÇ
Görüldüğü
üzere sağduyu, tatmin edici bir tanımının verilmesinin çok da kolay olmadığı
bir kavram olarak karşımızda duruyor; ne kadar anlamını açık kılmaya çabalarsak
o kadar karmaşıklaşıp elimizden kayıyor ve sanki belirsizleşiyor. Belki de salt
bu nedenle tanımlamaktan çok –ki sağduyunun insanlarla birlikte yaşayan bir şey
olduğunu ve tanımlamanın anı dondurup kavramı öldürdüğünü düşünmemiz yerinde
olacaktır sanırım- örnekler ve başka bazı disiplinlerdeki yerine bakarak
kavramaya çalışmak yerinde olacaktır.
Günlük
yaşamda sağduyumuza dayalı olarak bildiğimizi sandığımız ama aslında inanç
düzeyinden öteye geçmeyen ve sorgulamadığımızı farketmediğimiz pek çok olay
yaşayabiliriz. Birkaç örnek ile sağduyumuzu sınamak, sağlıklı bir kavrayış elde
etmek için yararlı olacaktır.[22]
Örnek -1- : Bir
uçaktan bomba atıldığını varsayalım. Basitlik adına tümünün eş ağırlık ve
biçimde olduğunu ve uçağın sabit hızda gittiğini dikkate alalım. Uçaktan atılan
bombaların düşeceği yer neresidir sizce?
Sağduyumuz
bize bombaların düşeceği yer konusunda bir fikrimiz olduğunu söyler; bu da
genellikle yanlıştır. Genellikle yanıt bombaların düştüğü yerin uçağın
gerisinde bir yer olduğudur. Oysa bombaların düştüğü yer uçağın izdüşümü olan
noktadır.
Örnek -2- : Elimizdeki
mermi çekirdeğini elimizden bıraktığımız anda bir silah da yere paralel olarak
ateşlense hangi mermi çekirdeği yere daha önce düşer?
Sağduyumuz
bize elimizden bıraktığımız mermi çekirdeğinin önce düşeceğini söyler, ama
gerçekte her ikisi de eş düzeyde yerçekimine maruz kaldığı için aynı anda
düşerler. Paralel olarak uygulanan itme gücü yerçekimi üzerinde bir etki
yaratmaz.
Örnek -3- : Sağduyumuz
bize cisimlerin yandığı zaman içindeki birşeylerin cismi terkettiğini söyler,
çünkü içinden dumanın çıktığını görürüz.
Oysa
yanma sırasında salıvermeden çok havadaki oksijenin alınması sözkonusudur.
Örnek -4- : Sağduyumuz
bize beyaz ışığın varolduğunu söyler.
Oysa
gökkuşağının bütün renklerinin toplamı beyaz ışığı verir; beyaz ışık yoktur.
Sağduyusal
yaklaşım, başta en önemli savunucularından bir olan Moore’un örneklerinde de
gördüğümüz gibi, felsefi bir yaklaşım değildir ve bize felsefi bilgi vermez.
Aksine son derece kaba, inceltilmemiş, yüzeysel inançlar topluluğu olarak
görünmektedir. Bu nedenle sağduyunun verileri ile felsefe yapılmaz.
Filozof
adına layık bir filozofun sağduyu ile yetinmemesi, onun verdiklerini ister
inanç ister bilgi olsun sorgulaması gerekli görünüyor. Bunun yaparken yine
sağduyuda takılıp kalınması, yukarıda da değinildiği gibi, felsefe yapmayı
gereksiz kılar. Ancak sağduyu verileri (bilgi-inanç-norm) bir temel olarak, bir
çıkış noktası olarak alınabilir.
“Felsefe ile günlük sağduyu
inançları arasındaki her çatışmada sağduyu inançları galip gelecektir.” [23]
Bununla
beraber felsefe sağduyuyu her zaman sorgulayacaktır; felsefe yapma etkinliği
gereği, en temel olduğu düşünülen apaçık olan şeyleri bile açıklama ve anlama
çabalarının bir gereği olarak, sağduyu inançlarının da sorgulanmasını
gerektirecektir. Felsefe merak ile başlıyorsa, merak sağduyu doğrularını da
kapsamak durumundadır.
Geldiğimiz
noktada sağduyu (common sense) kavramına ilişkin genel değerlendirme yapılması
gerekirse Recsher’in aşağıdaki yaklaşımı kapsayıcı gibi görünüyor:
· “Çeşitli çağdaş kuramcıların karşı
çıkışına rağmen, sağduyu bilgiye götüren
uygun ve etkili bir yoldur- her ne kadar kesinlikle sınırlı ve güdük kalmış
türden olsa da.
· Sağduyu bundan dolayı, bazı filozofların
eğilimli oldukları radikal şüpheci
yadsımacılığın sivriliklerini kütleştiren bir konumdadır.
· Bilimsel
bilgi,
ortadan kaldırma ya da yerini tutma yerine sağduyu
bilgisini tamamlar ve eksikliklerini giderir.
· Sağduyu sadece bilişsel konularda değil normative ve pratik bağlamlarda da
önemli bir rol oynar.
· Sağduyu olguları felsefi konuları çözme
konusunda çok güdük kalsalar da yine de sağduyu hakkındaki sorular felsefi tartışmalara yol gösterici
malzeme sağlarlar.
· Sağduyunun dil ve iletişim için odak noktada olması onu felsefi yöntemde
sağlam bir yere taşır.” [24]
Böylece
sağduyu belli bir düzeyde bilgi veren, temel bazı inançlarımızı oluşturan ve
kimi davranışlarımıza motif olan bir olgu olarak görünmektedir.
“Common Sense”, tek olan insanın
dünyanın yapısına ilişkin olarak üzeri örtük olan kavrayışlarının tamamıdır. Descartes
gibi yöntemsel bir amaçla kullanmak dışında akıl sağlığı yerinde bir insan
varolduğundan kuşku duymaz; sağduyum bunu verir. Sağduyum aynı zamanda dünyanın
yapısının aklımla kavranabileceğini, dünyada gördüğüm, duyumsadığım nesnelerin
usumda bir karşılığı olduğunu, algı yetilerim ve ussal becerilerimle dünyayı
parçalayıp bölerek bilebileceğimi, ussal olan bu dünyanın benim dışımda bir
gerçekliği olduğunu, içinde benim de varolduğumu bana sağduyum söyler.
Ancak
sağduyu, zaman ve mekân bağımlı olan kimi öğelerden ayrıştırılmalıdır. Bunlar
çoğunlukla eğitim sistemimiz ve çevremizi saran karmaşık idelerin psikolojik
zayıflıklarımızı yönlendirerek sorgulatmadan kabul ettirdiği kanılardır.
Bunların birçoğunun kaynağı çok güvendiğimiz bilgi kaynağı olan otoritelerdir.
Bunların en önemlisi ve belki de belli amaçlar doğrultusunda
kullanılabilirliği açısından en etkilisi bilimdir. Bilimsel olarak addedilen
birtakım bilgileri, zamansal ve mekânsal etkilerle, sorgusuz olarak kabul etme
eğimindeyizdir. Tıpkı daha düne kadar yumurtanın kolesterol için çok zararlı ve
yenmemesi gerektiğinin söylenmesi gibi. Ya da daha temel bilimsel bir örnek
olarak, hiçbirşeyin ışıktan daha hızlı olamayacağı gibi, ya da galaksimizde 9
gezegenin bulunduğu gibi… Bilimin bu etksinin “modern” toplumda bilimin ve
bilimsel yöntemin doğru bilgiyi elde etmede en güçlü otorite olarak kabul
görmesi nedeniyle bu denli güçlü olduğunu düşünüyorum.
Sağduyu
kavramını “common sense” olarak kullanmanın ve bunun da aslında şeylerin düzeni
ile aklımın düzenin paralel olduğunu vurgulayan, üstüne ne kadar karmaşık
ideler oturtsam ne kadar türevler oluştursam da çıplak gerçekliğin her zaman
burada ve yanıbaşımda olduğunu bana anımsatan bir meleke bir daemon olarak
algılamak daha doğru olacaktır. Bu açıdan bakıldığında çeşitli dışsal
faktörlerle yönlendirilmemiş ve biçimlendirilmemiş olan, akıldan önce gelen ve
tüm yetilerimin kendisi üzerine kurulu olan birşeydir sağduyu.
Böyle
bakıldığında da “sağduyulu insan” dediğimizde aslında iyi eğitim almış, belli
bir entelektüel düzeyde olan bir insanı değil, önyargısız ve çevresel ya da
çıkarlarına göre değil, en temel insani değerler ve inançlarla hareket eden
insanı anlamamız gerekli. Bu “tek insan” hiçbir eğitim görmemiş olabileceği
gibi, mesleki, eğitimsel, toplumsal konumu vb çevresel faktörlerden bağımsız
olarak olayları değerlendirebilen insandır aynı zamanda.
KAYNAKLAR
1. Kant, Immanuel; Prolegomena, Çev. İoanna Kuçuradi,
Yusuf Örnek, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1983.
2. Wolpert, Lewis; Bilim Sağduyuya Karşı, Çev. Evcimen
Perçin, Sarmal Yayınları, İstanbul.
3. Moore, G.E.; Philosophical Papers, Collier Books,
New York.
4. Reid, Thomas; An Inquiry Into The Human Mind On The
Principles Of Common Sense, Edited By Derek R. Brookes, Edinburgh
University Press, 1997
5. Ayer, A.J.; Dil, doğruluk ve Mantık, Çev. Vehbi
Hacıkadiroğlu, Metis Yayınları, İstanbul
6. Rescher, Nicholas; Common-Sense: A New Look At An Old
Philosophical Tradition, Marquette University Press, Wisconsin, 2005
7. Lemons, Noah; Common Sense A Contemporary Defense,
Cambridge Studies in Philosophy, Newyork, 2010
8. Güzel, Cemal (Der.); Sağduyu Filozofu: Popper, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 1998
9. Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1979
10. Orrigi, Gloria; What’s In My Common Sense? The
Philosophical Forum, 2008
11. Crouch, William; Wittgenstein on Scepticism in “On
Certainty”
12. Russel, Bertrand; Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Alaz
Yayınları, İstanbul, 1980
13. Eren, Işık; 20. Yüzyılda Felsefe: Karşı Çıkışlar ve
Arayışlar, Asa Yayınları, Bursa, 2006
14. Popper, Karl;
Objective Knowledge: An Evolutionary Apporach, Clarendon Press, Oxford, 1974
[1] TDK; Türkçe Sözlük.
[2] Akarsu, Bedia; Felsefe
Terimleri Sözlüğü, Inkılap Kitabevi, İstanbul, 1988
[3] “Commonsense” maddesi;
Webster’s NewWorld Thesaurus, Prentice Hall Press, New York, 1985
[4] “Commonsense” maddesi;
Macmillan Contemporary Dictionary, Macmillan Publishing Co., New York ( ABC
Yayınları), İstanbul, 1988
[5] Hançerlioğlu, Orhan;
Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979
[6] Denkel, Arda, Bilginin
Temelleri, Doruk Yayınları, İstanbul, Mart 2011, S.168
[7]
Descartes, Rene; Yöntem Üzerine Söylem; Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları,
İstanbul, 2011, S.9
[8] AGE.
S.10
[9] Reid, Thomas; An
Inquiry Into The Human Mind on The Principles of Common Sense, Edinburgh
University Press, Edited By Derek R. Brookes, Edinburgh, 1997, S.11
[10] Kant,
Immanuel; Prolegomena, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1983, S.7
[11] AGE,
S.7
[12] Moore,
G.E.; “A Defence of Common Sense” Philosophical Papers içinde, Newyork, S.32-59
[13] Origgi,
Gloria; “What’s In My Common Sense?”
[14]
Cevizci, Ahmet; Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul,2009, I.Baskı, S.1208
[15] Russel,
Bertrand; Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Alaz Yayınları,
İstanbul, 1980, S.75
[16]
Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, S. 23
[17] Crouch,
William; Wittgenstein On Scepticism in “On Certainty”; University Of Cambridge
[18] AGE
[19]
Wittgenstein, L.; On Certainty, 58
[20] Ayer,
A.J.; Dil, Doğruluk ve Mantık, Metis Yayınları, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu,
İstanbul, S.36–37
[21] Poper,
Karl; Objective Knowledge: An Evolutionary Apporach, Clarendon Press,Oxford,
1974, S.33
[22]
Wolpert, Lewis; Bilim Sağduyuya Karşı, Sarmal Yayınları, İstanbul, Çev. Evcimen
Perçin
[23]
Rescher, Nicholas; Common-Sense: A New Look At An Old Philosophical Tradition,
Marquette University Press, Wisconsin, 2005, S.206
[24] Age.,
S.236. (Vurgular tarafımdan yapılmıştır.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)