15 Mart 2016 Salı

KAPI



Gün akşam oldu.
Kapılar kapandı.
Aklım içerde kaldı,
Yüzüm dışarda.
Görmek istedi gözüm,
Göremedi.

Kapılar kapandı,
Dışarda kaldım.
Yapayalnız kaldım.
Kırıldım kaldım.

Çalamadım kapını,
Alamadım içerde kalan aklımı.

Kapı büyüdü,
Ben küçüldüm.

Karanlıkta kaldım,
Uykusuz,
Yorgun,
Bezgin,
Kırgın...

24 Temmuz 2014 Perşembe

KEŞKE’DEN GEÇTİK

-->
KEŞKE’DEN GEÇTİK

Kısa küt parmakların
Uzun da olabilirdi.
Kısa kumral saçların
Siyah dalgalı da olabilirdi
Şairin dediği yolun yarısını
Geçmemiş de olabilirdin.

O zaman sen sen mi olurdun
Yoksa aradığım bir başkası mı
Belki de bulduğum değildin sen
Belki aradığım da...


Bulmadıysam henüz, bulacak mıyım?
Ya sen,
Bana yardım edecek misin;
Kendimi de bulma,
Seni de bulma yolunda?


Yoksa uzaktan öylesine,
Farkındalıkla böyle,
Yokmuş gibi,
Aramıyormuş gibi mi olacağız
Yaşamımızdaki amacı,
Geçmişte yitip giden güzellikleri?


Keşke diyebilecek kadar yakın bile değiliz takvim üstünde...

14 Kasım 2013 Perşembe

BENDEN KALAN

Unutma Sen de
Seni sevdiğimi.

Bendim belki;
                  Yaşam pınarın.
Bendim belki;
                   Koruyanın kollayanın.

Şimdi bir dünya oldun
                     İçinde bütün zenginliklerin.
Dileğim;
    Dünyanda bir yerim olsun,
    Varlığım olsun,
    Sesim olsun,
    Şiirlerim olsun,
    Baban olmuşluğum olsun.

6 Ocak 2013 Pazar

SAĞDUYU: İNANÇ – BİLGİ – NORM



SAĞDUYU: İNANÇ – BİLGİ – NORM


Sağduyu (Le bon sens) dünyada en iyi paylaşılan şeydir; çünkü herkes onunla öylesine iyi donatılı olduğunu düşünür ki, tüm başka şeylerde hoşnut edilmeleri çok güç olanlar bile genellikle ondan şimdiden ellerinde bulunandan çoğunu istemezler.
Rene Descartes, “Yöntem Üzerine Söylem”

 

 


GİRİŞ

Bu yazıda aslında bildiğimizi düşündüğümüz ve çoğunlukla sorgulamadan kabule eğilimli olduğumuz pek çok kavramdan birisi olan “sağduyu” (common sense) kavramını inceleyerek içeriğini doldurmaya ve farklı bakış açılarında ne gibi anlamsal değişikliklere uğradığını sorgulamaya çalışacağım. Bunu yaparken sahneye koyduklarımın arkasında duran sorunum, günümüzde sağduyunun yerinin ve farklı anlamlarının sorgulanması olacak.
Kavramın tüketici bir tanımını verme girişiminde bulunmayacağım; bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak, düşünce tarihi boyunca kimi düşünürlerdeki yerine bakarak çeşitli farklı disiplinlerle ilişkileri açısından tek olan insanda nasıl içkin bir şekilde hep varolduğunu ve işler olduğunu göstermeye çalışacağım.
Bilindiği şekli ile common sense’in insanlararası ortak bir duyumsama değil, duyular arası ortak bir çıkarsama ya da belki de doğanın içindeki insanın doğayla bir olma noktası olduğu düşüncesini açmaya çalışacağım. Bu anlamıyla da “sağduyu” nun anlam olarak yetersizliği ile kavramın gündelik pratikte yaşamsal öneme sahip bir araç olarak kullanımını serimlemeye çabalayacağım. Nihai olarak kavramın farklı şekillerde gruplanabilecek anlamlarını göstermeye çalışacağım.
İlk anda sözcelendiğinde kulağımıza hiç de yabancı olmayan sağduyu kavramı biraz üzerine düşündüğümüzde, tıpkı diğer birçok kavram gibi, muğlâklaşır ve aslında bir nefeste dillendirebildiğimize pişman eder bizleri. Öyle ya karşımızdakine “ne kadar sağduyulu bir insan” dediğimizde kavramın anlamını sorgulamayan herkes onaylayacaktır yapıştırdığımız etiketi; sanki hepimiz kavramın tüm çerçevesinde uzlaşmışızdır.

İNSANLAR “SAĞDUYU” DAN NE ANLIYOR?

Sağduyu (İng. Common Sense, Fr. Bon Sens, Alm. Gesunder Verstand, Es. Tr. Hasse-i Selime) kelimesi dilimizde “doğru, akla uygun yargılara varma yeteneği”[1] anlamına geliyor. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde ise “günlük yaşamda iyi yargılama gücü”[2] anlamına gelmekle birlikte, verdiği yargılardan her zaman doğruluk beklenemeyeceği belirtiliyor.
Kelimenin İngilizce’deki anlamına[3] baktığımızda ortak, doğal, gündelik, genel, resmi olmayan, alışkanlıkla ilgili gibi anlamları olan “common” ve duyu, anlam, his, algı anlamına gelen “sense” kelimelerinden oluşan birleşik bir kavram olduğunu görüyoruz. Birleşik bir kavram olarak iyi duyu (good sense), uygulanabilirlik, kuramsal olasılıklardan çok gerçek kullanımla ilgili olan (practicality), duyarlı, akıllı, sezilir (sensible) anlamında ve aslında insanın dışındaki başka canlılarda da, muhtemelen günlük pratikte insana en yakın olan canlı olan, atlar için de kullanılan at duyusu (horse sense)[4] anlamlarına geliyor.
Felsefe Ansiklopedisi’nde “Günlük yaşamın belirlediği görüş, duyuş, davranış ve düşünüş biçimlerinin tümü…” olarak ifade ediliyor.[5]
Arda Denkel şöyle bir tanım yapıyor:
“Belirli bir etkinlik alanında, özelleşme öncesi ve günlük yaşam çerçevesi içinde gelişen ve bu yaşamın parçası olan her bireyin katıldığı tutarlı inançlar ve yargılar dizgesine uygun olan. Bu dizgeye dayanarak yapılan güvenilir nitelikli yargılar”.[6]
Yukarıdaki tanımlamalara batığımızda sağduyunun bilgi, pratikte uygulama olanağı olan bir şey ve inanç olmak anlamında farklı kavramsal çerçevelere oturduğunu görebiliyoruz.
Bilme bakımından alındığında kendisinden kuşku duyulmayan apaçık şeyleri kendisi aracılığıyla tanıdığımız şeydir sağduyu. Böyle bakıldığında temellendirilmesine, sorgulanmasına ve belli bir akıl süzgecinden geçirmeye bile gerek duyulmayacak kadar apaçık olara bilgilerdir.
Pratikteki uygulamalar olarak bakıldığında karşımıza kimi zaman belli bazı otoriteler tarafından bize verilen “ortak bilgi” (common knowledge) olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortak bilgilerin, tıpkı Roma ya da Stocalar döneminde olduğu gibi, kitlsenin bilgileri olduğu ve kitlenin gündelik yaşamlarını ve belki de yaşamdan beklentilerini belirleyen belirsiz kavramsal çerçeveler olduğunu düşünürsek, bu anlamıyla konumuz olan “common sense” ten bir miktar uzaklaştığımızı görebiliriz.
İnançlar olarak bakıldığında ise bilgi olarak değerlendirdiklerimizin kimilerinin temellendirilmekten uzak kalmaları ve temellendirilmelerinin mümkün olmamaları nedeniyle bunların yaşamın devamı için gerekli olan inançlar olarak göründüğünü söylemek gerekir. Örneklerini Moore’da görebileceğimiz gibi, bir dünyanın dün de varolduğu, yarın varolmaya sürdüreceği türünden inançlardır bunlar.
Bu yaklaşımların tümüne baktığımızda ortak noktalarının şüphecilikten kaçınmak üzere, ona karşı tezler olarak kullanılmaları olduğunu görebiliriz.
İnsan her zaman doğru olanı aramıştır. Doğrunun arandığı çerçeve epistemolojik, ontolojik, etik ya da psikolojik bağlamlarda olabilir. Ama her zaman içindeki şüheden kurtulmak için olan bu doğruyu arayış süregelmiştir. İçinde tüm doğruları barındırdığı iddiasında olan “dinler” konumuz dışında olmakla birlikte insanların tüm kuşkularını ve hatta belki sağduyularını kullanmalarını bile gereksiz kılacak kadar mutlak olanı dile getirme çabasında olmuşlardır.
İnsan, varlık alanına atılmış bir varlık olarak kendisinin ya da kendisi dışındaki bir dış gerçekliğin varolduğunun farkına varma ve bunun bilinebilir olduğuna olan inancın kökeninde de kendi beni dışındaki varlıklardan kopuşu ya da bağı gösteren sağduyusu vardır.
Belki de köklerini buradan alarak yaşamın akışına uyum sağlamak ve bu uyum sağlama çabaları içinde köklerinden aldığı sağduyusal inançlarla gündelik yaşamını sürdürebilmek adına insana içgüdüsel bir yönelim vermiştir sağduyusu.
Sağduyu, en iyi eğitilmiş insanda ya da hiç eğitim görmemiş olan insanda da vardır. Belki sonrakinde öncekinden daha fazlası da vardır; belki yaşam içinde karşılaşacağı sorunları alt etmede, kendi varoluşundan gelenden daha güçlü bir dayanağa ihtiyacı olmayandır sağduyudan en çok nasibini alan…

20. YY ÖNCESİ SAĞDUYU

Sağduyu kavramı felsefenin dışında, günlük yaşamda da, çok sıkça kullanılan bir kavramdır. Bir felsefe kavramı olarak yüzyıllar boyunca kullanılagelmiş, ancak bu esnada önemli değişiklikler de geçirmiştir.
Aristoteles ve onun izinde giden Aquinas gibi ortaçağ düşünürleri için sağduyu, duyularımız aracılığı ile elde ettiğimiz ortak duyumlar (sensibles) hakkındaki verileri birleştiren bir zihinsel yetenektir.  Ortak duyumlar (common sensibles), birden fazla duyu ile algılanan özelliklerdir; örneğin, biçim ya da büyüklük gibi. Bu gibi özellikler basit ya da özel duyular dediğimiz renk ya da tat gibi duyumlardan farklıdır.
Herhangi bir cismin rengini, kokusunu, tadını ve diğer tek tek özelliklerini farklı duyularımızla algılasak bile örneğin o cismin biçimi ya da büyüklüğü gibi bütüncül kavrayış gerektiren özellikleri tek tek olan duyumlarımızdan ortaya çıkmaz. Ancak birtakım zihinsel süreçler sonucunda tek tek olan bütün duyumlarımızın birleşmesi ile cisim hakkında ortak bir duyuya, sağduyuya sahip olabiliriz.
 Aristoteles için sağduyu denen zihinsel yeteneğimiz aynı zamanda tek tek duyumlardan gelen verileri birbiri ile de ilişkilendirir, onları bütünler. Böylece örneğin, tek bir şey için yuvarlak ve kırmızı nitelemesini yapabiliriz.
Stoacılara göre bu gibi konular “ennoai koinai” (common realizations), herkes tarafından kabul gören ve kanıtlama ya da yargılama gerektirmeyen inançlardır.
Roma döneminde de “common sense” in kaba halk kitlesinin inançları olduğu düşünülürdü.
Descartes (1596 – 1650)
Descartes “Yöntem Üzerine Söylem”’de sağduyuyu, yani aklı, “sağlam yargıda bulunma ve doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü”[7] olarak tanımlar. Ona göre bu güç tüm insanlara eşit olarak verilmiştir. Onu iyi kullanmaktır önemli olan:
“En büyük ruhlar en büyük erdemlere olduğu gibi en büyük erdemsizliklere de yeteneklidir ve çok yavaş yürüyenler, eğer her zaman doğru yolu izlerlerse, gerçekte koşmalarına karşın yolun dışına çıkanlardan daha ileri gidebilirler.”[8]
Descartes’ın yöntemsel şüpheciliği sonraki tüm filozofları etkilemiş ve onun açtığı yolda akıl merkezi bir konuma gelmiştir. Akıl doğruyu edinmenin biricik kaynağı olmuştur. Ama aynı zamanda beden – zihin ikiliği ile bunun sonucu olarak ikisi arasındaki uyumun nasıl sağladığına ve sağlanıp sağlanamadığına ilişkin kuşkuculuk da artarak sürmüştür.
Bilen özneyi merkeze yerleştiren Descartes sonrasında aklın yetenekleri ve sınırları sorgulanmakla birlikte, ona da nihai ve sağlam bazı temeller bulunabilmesine ilişkin çeşitli görüşler de oluşmuştur.
İleride değineceğimiz gibi, Kant bilme yeteneğimizin sınırlarını titizlikle araştırırken sağduyunun kabalığına vurgu yapmıştır. Sağduyunun ateşli savunucusu olan Reid ise beden – zihin ikiliğini tanrısal bir müdahale ile aşacağını düşünmüş ve dış dünyanın gerçekliğinin teminatını tanrı yapmıştır.

Locke (1632 – 1704)
Locke, bilgi problemine ilişkin yaklaşımı açısından Reid, Hume ve Kant gibi önemli düşünürleri etkilemekle birlikte analitik felsefenin de temellerinin dayandırılması açısından önemli bir konumdadır.
Locke’un duyumlar konusundaki açıklaması için onun birincil ve ikincil nitelikler kavramlarına bakmak gerekir.
Locke’a göre tüm bilgimiz duyumlardan gelir, doğuştan gelen ideler yoktur, tanrı tarafından kafamıza yerleştirilmiş değillerdir. Tam tersine hepimiz doğuştan bir tabula rasa olarak dünyaya geliriz, deneyimlerimiz tabula rasa'mız üzerine işlenmeye başlar. Locke’un “reflective” yaklaşımında ayrıca bizim aynı zamanda doğuştan gelen akılyürütme yeteneğimiz vardır. Bunun sayesinde doğrudan duyum verileri dışında da bilgi oluşturabiliriz.
Locke, ideleri dünyada bir yere değil, insanla dünya arasına yerleştirmiş ve algı problemine bu bağlamda yaklaşmıştı. Bu yaklaşımla sonradan gelişecek olan kuşkuculuk kaçınılmaz olmuştu: idelerimizin dünyaya uygun olduğunu bize ne garanti edebilir? Bu yaklaşımla doğal olarak tekbenciliğe de gidiyoruz: diğer insanlar hakkındaki deneyimlerimiz kendi zihinlerimiz hakkındaki deneyimlerimizdir.
Locke’un yaklaşımının doğurduğu kuşkuculuk sonraki kimi düşünürler tarafından önemle ele alınır ve giderilmesi için zihin ve dış gerçeklik arasında aracılar ya da bilinebilirliğin sınırları sorgulanır. Bu çabaların bir sonucu olarak “common sense” bir güvence noktası olarak ortaya konur. Reid, Locke’ın “reflective” yaklaşımına karşı “pre-reflecive” bir olgu olarak sağduyuyu vurgular.
Aynı zamanda onun “atomcu” yaklaşımı Ayer gibi analitik felsefe geleneğindekilerce de kendilerine yakın bulunacaktır.

Thomas Reid (1710 – 1796)
Kurucusu olduğu İskoç Okulu’na göre, sağduyu, tüm insanlarda bulunan “prereflective” ilkelerdir. Bu ilkeler basit ve tanrının yaratmasından kaynaklandığı için de güvenilirdir. Bu nedenle de bu ilkelerin tersine giden felsefeler sonuçta yanılacaklardır. Bu yaklaşımla aslında sağduyu kavramına doğuştancılık – zihnin kendiliğinden yeteneği olma anlamında bir ikilik göze batıyor. Tarihsel süreci boyunca da bu ikiliğin sürekli olarak gündemde olduğu görülüyor.
Reid’in yaklaşımında tanrı tüm gerçekliğin doğruluğunun teminatı olarak insanlara verdiği sağduyu ile bilinebilirliği sağlıyor. Ancak tanrıtanımaz kişiler için bile sağduyu dediğimiz kavramın öyle ya da böyle bir anlamı ve değeri olduğunu düşünecek olursak bu açıklamanın yetersizliği ortaya çıkacaktır.
Reid şöyle diyor:
“İnsan zihninin yapısı, insan bedeninki kadar karmaşık ve mükemmeldir. İnsan zihninin yetenekleri, bedenin organlarında olduğu gibi, çeşitli olan amaçlarına uygun bir şekilde uyarlanmışlardır. Gerçekte, zihnin bedenden daha yüksek ve soylu bir düzeyde olmasından dolayı, bedenine kıyasla, tanrının bilgeliği ve yeteneklerinden çok daha fazlasının onun yapısında olduğu düşünülebilir. Öyleyse insan zihni, kendi başına olduğu kadar zihnimizin bilgilerinin bilimin diğer dallarını ne ölçüde etkilediği adına da, araştırılmaya değer bir konudur.” [9]
Gördüğümüz gibi Reid, doğuştancı / yaratılışçı bir yaklaşımla, “divine architect” dediği tanrının insan zihnini de insan bedeni de yarattığını, ama insan zihninde kendisinden daha fazla pay verdiğini vurguluyor. Bu yolla da dış dünyanın, gerçekliğin teminatı artık tanrı oluyor.
Buna karşın Reid, doğrudan gerçekçiliği (direct realism) benimser: Dünya onu deneyimlememizden bağımsız olarak vardır ve duyumlarımız aracılığıyla bilinir olur, duyumlarımız zihnimizdeki dünyanın doğrudan ifadesidir.
Reid’e göre bazı inançlar bize salt insan olduğumuz için doğamız tarafından dayatılır. Bu inançlar, evrenseldir ama bazen Locke gibi fiolozofların eğip büktüğü kelimelerin cazibesine kapılırız. Sağduyu inançları o kadar doğaldır ki, daha derinlerdeki ya da daha genel ilkeler ile yaklaşılarak doğrulanamazlar; onların doğrulaması tanrının yarattığı insan doğasındadır.
Kant (1724 – 1804)
Kant Prolegomena’da Hume’u eleştirir ve onun acımasız düşmanları olan Reid, Oswald, Bettie ve Priestley’in onun sorununun asıl noktasını gözden kaçırdıklarını söyler. Kant’a göre Hume’un sorusu;
“Neden kavramının doğru, işe yarar ve doğa bilgisi bakımından şart olup olmaması değildir; çünkü bundan Hume hiçbir zaman şüphe etmemişti; soru, acaba bu kavramın akıl yoluyla apriori düşünülüp düşünülemeyeceği, böylelikle de tüm deneyden bağımsız bir iç hakikati, dolayısıyla daha yaygın, sadece deneyin nesneleriyle kısıtlı olmayan kullanılabilirliği olup olmadığıydı…”[10]
Bunu söyledikten sonra şöyle devam eder:
“Bu ünlü adamın hasımları, bu soruya yanıt bulmak için, saf düşünmeyle ilgili olan aklın doğal yapısının derinlerine inmeliydiler; bu da onlara uymuyordu. Bu nedenle, hiçbir kavrayışa dayanmadan inatlarını yerine getirmek için, daha rahat bir yol buldular, yani sağduyuya (Menschenverstand) başvurdular. Gerçekten de düz (veya son zamanlarda adlandırıldığı gibi sade) bir sağduyuya sahip olmak, gökten gelen büyük bir armağandır. Ne var ki, kendimizi haklı çıkarmak için ileri süreceğimiz akıllıca bir şey bulamadığımızda, ona bir kâhin gibi başvurarak değil, yapıp ettiklerimizle, düşünüp akıllıca söylediklerimizle onu kanıtlamak gerekir. Kavrayış ve bilim bitmek üzere iken, ancak ve ancak o zaman sağduyuya başvurmak, son zamanların ince buluşlarından biridir ve burada en yavan gevezenin bile en sağlam kafa ile boy ölçüşmesi, hatta başa çıkması olağandır. Ama en küçük bir kavrayış kırıntısı bulunduğu sürece, bu ilk yardım malzemesine başvurmaktan kaçınmak iyi olur.”[11]
Böylece aslında Kant’a göre sağduyu, filozofun başvurmaması gereken bir birşeydir; çünkü o kitlenin yargısıdır. Popüler olmak isteyen kişi ona başvurur ve alkış alırken, filozofun yüzü kızarır.

20. YY DA SAĞDUYU

20. YY da gördüğümüz felsefe akımları da Tüm felsefeler gibi çağının toplumsal ve kültürel koşullarının ürünleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bilimlerin yükselişinin zirvede olması, sürekli ilerleme düşüncesine olan sağlam inanç ve artık tek geçer akçenin bilimsel bilgi edinmenin yöntemleri olduğuna, bunun dışındaki yöntemlerin bilgi üretmeyip sadece spekülasyon yaptıklarına yönelik görüş yirminci yüzyıla girerken etkin olan görüşlerdi.
Bununla birlikte 20 yüzyılda tek bir görüşün, düşünme biçiminin ya da filozofun etkisini görmek de mümkün değildir. Tam tersine, bu yüzyıl, daha önce belki de hiç olmadığı kadar hızlı değişen, üreten ve yeni ekolleri doğuran bir dönem olmuştur.
Bilimsel yöntemin yükselişi ancak, belli bir dönem sonra kendisine kuşku ile bakılmaya başlanması, dünya savaşları, ekonomik buhranlar, işçi sınıfının genişlemesi ile eğitimin yaygınlaşması, “modern”leşen yaşam tarzları aynı zamanda insan olgusunun ön plana çıkmasına ve yalnızlaşan, yabancılaşan insanın sorunlarına eğilinmesine de neden olmuştur.
Descartes ile başlayıp Kant’ta doruk noktasına çıkan özne çıkışlı felsefe anlayışından insandan ve insanın inançlarından bağımsız nesnel bir dünyanın bilgisinin mümkün olduğunu savunan bir dönemdir bu dönem.
Bu dönemdeki temel eğilimlere bakarsak:
·       Analitik gelenek,
·       Fenomenolojik gelenek,
·       Eleştirel ya da yıkıcı gelenek
Olarak gruplamak mümkündür.
Analitik gelenek temelleri Hobbes ve Hume’a kadar geri götürülebilecek, en önemli temsilcileri arasında Frege, Moore, Russel, Wittgenstein ve Viyana Çevresi düşünürleri olan gelenektir. Dünyanın çok sayıda basit öğeden oluştuğu ve karmaşık olan nesnelerin basit öğelerden oluştuğu ve eğer bu basit öğelere ayrıştırılabilirlerse bilinebilmelerinin mümkün olduğu düşüncesi ile felsefe yapmışlardır. Bu ekolün temsilcilerinin pek çoğu bilim insanları olduklarından özellikle spekülatif ve metafizik nitelikteki felsefeyi dışlayarak, felsefesinin işinin dilsel ya da mantıksal analiz yapmak olduğunu söylerler.
İkinci büyük gelenek olan Fenomenolojik geleneğin kurucusu Husserl’dir. Kant’ın düşüncesinin aksine kendinde şeylerin bilince göründüklerini savunur. Bu nedenle de bilince döner ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın gereğini vurgular. Aynı zamanda realist bir tavır ile şeylerin karşılıklı ilişkisi üzerinde de durur.
Üçüncü büyük gelenek olan Eleştirel ya da Yıkıcı geleneğin en önemli temsilcileri Foucault ve Derrida’dır. Bu gelenek aydınlanma felsefesine, pozitivizme, akıl merkezciliğe, metafiziğe kısacası yüzyıllardır batı felsefesinin temelini oluşturan tüm kavramlara saldırmış ve hepsini eleştirerek temelinden sarsmıştır.
G.E. Moore (1873 – 1958)
Sıradan insanların dünya hakkındaki inançları duyumların bize söylediklerinin dolayımsız, apaçık kabulü üzerine kuruludur ve özellikle dış dünyanın varlığı ve içeriği ile ilgili olduğunda gelişmiş kuşkuculuktan muhtemelen daha doğrudur.
“A Defence of Common Sense”[12] de Moore doğru olduğuna inandığı sağduyusal bazı önermeleri sıralar:
·       Şimdiki anda yaşayan bir insan bedeni vardır; bu benim bedenimdir.
·       Bu beden geçmişteki belli bir zamanda doğmuştur.
·       Doğduğundan beri ya dünya ile temas halinde olmuş ya da çok uzağında olmamıştır.
·       Onunla temas içinde olan aynı cinsten başka şeyler de vardır.
·       Yaşayan başka insan bedenleri vardır.
·       Ben doğmadan önce de dünya vardı.
·       Ben bir insanım ve doğumumdan beri çok çeşitli deneyimlerim oldu.
·       Kendi bedenimi ve onu çevreleyen diğer şeyleri – diğer insan bedenleri de dâhil- sıkça algıladım.
·       Sadece şeyleri değil, olguları da algıladım; şuradaki şömine rafının bana kitap rafından daha yakın olduğu gibi.
·       O sırada farkında olmadığım olguların da farkındayım; bedenimin dün de varolduğu gibi.
·       Doğru ya da yanlış olsun inançlarım ve geleceğe ilişkin beklentilerim var.
·       İnanmadığım bir gerçeklikteki düşsel şeyler, kişiler ve olaylar hakkında düşüncelerim var.
·       Düşlerim ve farklı türden birçok duygularım var.
Moore’un verdiği bu örnekler olağan durumda gerçekten de sorgulamadan kabul ettiğimiz önermelerdir. Ama örneğin şunlardan temel bir farkları var mıdır?[13]
·       Soğukta sıkı giyinmeden sokağa çıkarsam üşütürüm.
·       Zeytinyağı sağlık için margarinden daha iyidir.
·       Oruç tutmak sağlık için iyidir.
·       Gülmek ucuz ve etkili bir antideprasandır
·       Rüya görürüm ve gördüğüm bu rüyaların yorumlayabileceğim bir anlamı vardır.
·       Kadınla erkek arasında entelektüel farklılıklar yoktur.
·       Hiçbir şey ışıktan daha hızlı değildir.
Tüm bu önermeler de aslında gündelik yaşamda sorgulamadığımız ama doğruluğuna inandığımız önermelerdir. Bunların pek çok farklı kökeni olabilir; deneyimler ya da büyüklerimizin yönlendirmeleri, içinde yaşadığımız kültür, dini inançlarımız gibi.
Moore’un yaklaşımı, Sokrates’ten beri süregelen gündelik olayların derininde gizemli bir gerçeklik olduğu düşüncesine karşı çıkan büyük bir değişimdir. Günlük, sağduyuya dayanan inançlar aşağı yukarı doğrudur. Moore, dış dünyanın varlığı gibi, sağduyunun işaret ettiği gerçeklerden daha gerçek bir şey olmadığını düşünür.
Özellikle şüphecilere karşı olarak, bir anlamda Reid ekolünün de devamı niteliğinde, “bir şeyin gerçekliğini felsefi anlamda ispatlamak” ve “sağduyuya dayanarak bilmek” arasında bir fark gözettiği söylenebilir. Bu yolla sağduyu, gündelik pratik yaşamda da şüpheciliği yener. Dışsal objelerin varlığını göstermek için bilinen bir ispatı vardır. Elini kaldırıp başıyla işaret eder ve
1.     İşte bir el, işte bir el daha,
2.     Öyleyse (Madde 1 gereği) iki fiziksel nesne vardır,
3.     Öyleyse (Madde 2 gereği) dış dünya vardır.
Öncülün sonuçtan farklı olduğunu ama sonuca işaret etmekte olduğunu, böylece dışsal dünyanın varlığını gayet güzel ispatladığını savunur. Ancak görüldüğü gibi ortaya koyduğu yaklaşım felsefi olmaktan uzak, sağduyunun koşulsuz bir savunusu gibi görünür ve sonradan, Wittgenstein da dâhil olmak üzere, pek çok düşünür tarafından eleştirilerek yetersiz ve geçersiz bulunur.


Russel (1872 – 1970)
İngiliz idealizmine Moore ile birlikte karşı çıkan Russel, idealist İngiliz düşünürlerin sağduyuya karşı çıkmalarının tersine her zaman sağduyunun yanında olmuştur. Bu nedenle de Frege, Russel ve Moore kaynaklı olduğu söylenebilen Analitik Felsefe her zaman sağduyuyu savunmuştur.[14]
Russel da şüphecilerin argümanlarına karşı dış dünyanın bilinebilirliğini savunur.  Ona göre sağduyu duyu verilerinin fiziksel nesnelerin işaretleri olduğunu tasdik eder.
“Kimi ortak inançlarımız kuşkusuz katı verilerimizin dışında bırakılmışlardır. Bizi, duyulur nesnelerin genellikle biz onları algılamadığımız zaman da varlıklarını sürdürdüklerini kabul etmeye yönelten inanç böyledir. Başkalarının zihinleri üzerine olan inanç da böyledir: bu inanç onların bedenlerini algılamamız yoluyla türetilmiştir ve onun türetilmiş olduğunu fark eder etmez mantıksal doğrulama isteği duyulur… [dünya] üzerine söyleyebileceğimiz en çok şey, Descartes’ın benzeri bir süreçle ulaştığı dünyadan biraz daha geniş olduğudur, çünkü o dünyada Descartes’ın kendisiyle düşüncelerinden başka hiçbir şey bulunmuyordu.” [15]
Russel her ne kadar sağduyunun bilimsel çalışmalardaki önemini vurgulasa da bilimle sağduyunun temel bazı farkları olduğunu söyler. Russell’a göre sağduyu:
“(1) Aşırı bir güven içinde kuşkuya yer vermemektedir, (2) açık ve seçik olmaktan uzaktır, (3) kendi içinde yeterince tutarlı değildir. Buna karşılık bilimsel düşünmeyi niteleyen özellikler arasında belli ölçüde kuşkuya yer verme ve ihtiyatlı kalma, açık ve belirgin bir dil kullanma, her türlü çelişki ya da tutarsızlıktan kaçınma gibi özelliklerin önemli yer tuttuğunu görüyoruz.” [16]



Wittgenstein (1889 – 1951)
Wittgenstein Moore’un şüpheciliğe karşı “Proof of an External World.” Adlı eserinde ortaya attığı sağduyusal çıkarsamayı, başka birçok yorumcu gibi, yetersiz ve hatalı bulur.
Wittgenstein bu gibi önermeleri “dayanak önermeleri” (hinge propositions) olarak adlandırır. Ona göre bu önermelerin sorgulama pratiğimizde özel bir rolü vardır. Bu önermeler sorgulamalarımızın etrafında döndüğü dayanakları oluştururlar.
“… Bu önermeler sorgulama pratiği içindeki bakış açıları değil, aksine bir şekilde sorgulama pratiğinin oluşturucusudurlar. Bunun için epistemolojik değerlendirmenin dışındadırlar.” [17]
Wittgenstein bu gibi destek önermelerine örnek olarak şunları verir:
·       İki elim var.
·       Dünya beş dakikadan daha yaşlıdır.
·       Adım L.W.’dır.
·       12x12=144
Wittgenstein’a göre:
1.     “Bu önermeler heterojen bir tür oluştururlar. Wittgenstein’în kendisinin kesin olarak inanmasını bir yana bırakacak olursak, görünürde onları bağlayan hiçbir şey yoktur. Dayanak önerme türlerini belirleyen bir fonksiyon yoktur.
2.     Bir bağlamda dayanak önermesi olan bir önerme bir başka bağlamda normal bir önerme olabilir. Moore örneğindeki, “iki elim var” önermesi konuşucu tarafından kontrol edilmesi gerekmeyecek kadar kesindir.  Ancak bir ameliyat sonrasında her tarafı bandajla sarılı olan bir konuşucunun söylemesi durumunda kontrol edilmesi ihtiyacı vardır.
3.     Bu önermeler Descartes’çı anlamda şüphe edilmez önermelerdir. Yani, bunlar her zaman iflah olmaz ya da -cogito gibi-  apaçık değillerdir. Bu açıdan onların şüphe edilemezlikleri onların gerçeklik olasılıklarının göstergeleri değildir.
4.     Bu önermeler temelsizdirler. Dayanak önermeleri yukarıda “2” de değinildiği gibi dayanak olarak kullanıldıklarında günlük eylemlerde temellendirmeleri gerekmezler.” [18]
Wittgenstein’a göre Moore’un bu önermeleri bildiği iddiası yanlıştır. Ona göre şüphe ve bilgi iddialarının dayanak önermelerine uygulanmaları uygun olmaz. [19]
Tractaus’ta şöyle der:
“Tümevarım süreci, deneyimlerimizle uyumlu kılınabilecek en yalın yasayı kabullenmemizden ibarettir.” (6.363)
“Bu sürecin ise hiçbir mantıksal temellendirmesi yoktur, yalnızca psikolojik bir temellendirmesi vardır. Açık ki, gerçekten de şimdi e n  y a l ı n durumun ortaya çıkacağına inanmak için bir neden yok.” (6.3631)
“yarın güneşin doğacağı, bir varsayımdır; bu da şu demek: doğup doğmayacağını b i l m i y o r u z.” (6.36311)
Görüldüğü gibi Wittgenstein da sağduyu inançları dediğimiz şeyler ile bilme konusunu ayırıyor. Sağduyu inançlarımız olsa olsa bizim dayanak noktalarımız olur; bunların üzerine bilgi önermelerini kurabiliriz. Öyleyse Wittgenstein için sağduyu inançları “üzerinde konuşulamayan” türünden şeylerdir.
Ayer (1910 – 1989)
20 YY’ın başlarındaki metafiziği elemine etme ve felsefe faaliyetinin sınırlarını ve yapısını yeniden çizme çalışmalarında Ayer’i de görüyoruz. Bütün felsefe tarihinin bir tür metafizik tarih olduğunu öne sürmediğini ama büyük ölçüde metafizik içerdiğini vurgular.
Ona göre örneğin Locke’ın “Essay Concerning Human Undestanding”’ine bakıldığında bunun temelde analitik bir yapıt olduğu söylenebilir.
Genellikle Locke’un, zamanımızda Moore’un olduğu gibi, bir sağduyu felsefesi ortaya koyduğu kabul edilir. Fakat o da, Moore gibi, sağduyu inançlarımıza bir önsel doğruluk vermeye kalkmaz. Tersine o, bir filozof olarak işinin birtakım deneysel önermelerin geçerliliğini bildirmek ya da yadsımak olmayıp, onları çözümlemek olduğunu anlamış görünür. Çünkü kendi deyimiyle, ‘ortalığı biraz temizleyip bilgi yolunu kaplayan saçmalıklardan birazını ortadan kaldırmada iyi bir işçi olarak çalışmak’la yetinir; böylece kendini tümüyle, bilgiyi tanımlama, önermeleri öbekleme ve özdeksel şeylerin doğasını gösterme gibi analitik işlere verir.”[20]
Popper (1902 – 1994)
Popper, bilimsel yöntem konusunda çalışmalar yapmış ve yanlışlanabilirlik ilkesinin önemini vurgulamıştır. Ona göre tümevarımsal önermeler hiçbir zaman mutlak anlamda doğrulanamayacağına göre aslolan doğrulama faaliyetinin, deneyin, daha açık ifade ile teorinin yanlışlanabilir nitelikte olmasıdır. Böylece yanlışlanabilir olan bilimseldir ve tatmin edici doğruluk sonuçları verdikçe ve yanlışlanmadıkça doğrudur.
Bu yöntemle Popper bilimsel düşünme mantığını ortaya koyuyor ve metafizik olan öğelerden, başta da inançlardan uzak kalmaya yönlendiriyor. Ona göre doğrulayıcıları çok olan ve yanlışlayıcıları belirsiz olan kuramlar da bilimsel değildir. Bir bilimsel kuram hangi koşullarda geçerliliğini yitireceğini de açıkça belirtmelidir. Bu ise her zaman emprik temelli olmayabilir.
Popper’a göre bilim yapma faaliyetinde sağduyunu önemli bir yeri vardır.  Ona göre bilim sağduyu ile başlar.
“Başlangıç noktası olarak aldığımız her sağduyu varsayımına meydan okunabilir ve eleştirilebilir, sıklıkla da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. (örneğin dünyanın düz olduğu kuramı). Böyle bir durumda sağduyu ya düzeltme ile değiştirilmiş ya da aşılmış ve bir kuramla değiştirilmiştir ki, [kuram] bazılarına daha kısa ya da daha uzun bir zaman dilimi için az ya da çok çılgınca görülebilir. Böyle bir kuram anlaşılmak üzere çok çalışılmasını gerektirebilir, sağduyu tarafından absorbe edilmesi anlamında sonsuza dek başarısız bile olabilir. Ancak o zaman bile biz ideal olana olabildiğince yaklaşmayı isteriz: bütün bilim ve felsefe aydınlatılmış sağduyudur.” [21]

SONUÇ

Görüldüğü üzere sağduyu, tatmin edici bir tanımının verilmesinin çok da kolay olmadığı bir kavram olarak karşımızda duruyor; ne kadar anlamını açık kılmaya çabalarsak o kadar karmaşıklaşıp elimizden kayıyor ve sanki belirsizleşiyor. Belki de salt bu nedenle tanımlamaktan çok –ki sağduyunun insanlarla birlikte yaşayan bir şey olduğunu ve tanımlamanın anı dondurup kavramı öldürdüğünü düşünmemiz yerinde olacaktır sanırım- örnekler ve başka bazı disiplinlerdeki yerine bakarak kavramaya çalışmak yerinde olacaktır.
Günlük yaşamda sağduyumuza dayalı olarak bildiğimizi sandığımız ama aslında inanç düzeyinden öteye geçmeyen ve sorgulamadığımızı farketmediğimiz pek çok olay yaşayabiliriz. Birkaç örnek ile sağduyumuzu sınamak, sağlıklı bir kavrayış elde etmek için yararlı olacaktır.[22]
Örnek -1- : Bir uçaktan bomba atıldığını varsayalım. Basitlik adına tümünün eş ağırlık ve biçimde olduğunu ve uçağın sabit hızda gittiğini dikkate alalım. Uçaktan atılan bombaların düşeceği yer neresidir sizce?
Sağduyumuz bize bombaların düşeceği yer konusunda bir fikrimiz olduğunu söyler; bu da genellikle yanlıştır. Genellikle yanıt bombaların düştüğü yerin uçağın gerisinde bir yer olduğudur. Oysa bombaların düştüğü yer uçağın izdüşümü olan noktadır.
Örnek -2- : Elimizdeki mermi çekirdeğini elimizden bıraktığımız anda bir silah da yere paralel olarak ateşlense hangi mermi çekirdeği yere daha önce düşer?
Sağduyumuz bize elimizden bıraktığımız mermi çekirdeğinin önce düşeceğini söyler, ama gerçekte her ikisi de eş düzeyde yerçekimine maruz kaldığı için aynı anda düşerler. Paralel olarak uygulanan itme gücü yerçekimi üzerinde bir etki yaratmaz.
Örnek -3- : Sağduyumuz bize cisimlerin yandığı zaman içindeki birşeylerin cismi terkettiğini söyler, çünkü içinden dumanın çıktığını görürüz.
Oysa yanma sırasında salıvermeden çok havadaki oksijenin alınması sözkonusudur.
Örnek -4- : Sağduyumuz bize beyaz ışığın varolduğunu söyler.
Oysa gökkuşağının bütün renklerinin toplamı beyaz ışığı verir; beyaz ışık yoktur.
Sağduyusal yaklaşım, başta en önemli savunucularından bir olan Moore’un örneklerinde de gördüğümüz gibi, felsefi bir yaklaşım değildir ve bize felsefi bilgi vermez. Aksine son derece kaba, inceltilmemiş, yüzeysel inançlar topluluğu olarak görünmektedir. Bu nedenle sağduyunun verileri ile felsefe yapılmaz.
Filozof adına layık bir filozofun sağduyu ile yetinmemesi, onun verdiklerini ister inanç ister bilgi olsun sorgulaması gerekli görünüyor. Bunun yaparken yine sağduyuda takılıp kalınması, yukarıda da değinildiği gibi, felsefe yapmayı gereksiz kılar. Ancak sağduyu verileri (bilgi-inanç-norm) bir temel olarak, bir çıkış noktası olarak alınabilir.
“Felsefe ile günlük sağduyu inançları arasındaki her çatışmada sağduyu inançları galip gelecektir.” [23]
Bununla beraber felsefe sağduyuyu her zaman sorgulayacaktır; felsefe yapma etkinliği gereği, en temel olduğu düşünülen apaçık olan şeyleri bile açıklama ve anlama çabalarının bir gereği olarak, sağduyu inançlarının da sorgulanmasını gerektirecektir. Felsefe merak ile başlıyorsa, merak sağduyu doğrularını da kapsamak durumundadır.
Geldiğimiz noktada sağduyu (common sense) kavramına ilişkin genel değerlendirme yapılması gerekirse Recsher’in aşağıdaki yaklaşımı kapsayıcı gibi görünüyor:
·       “Çeşitli çağdaş kuramcıların karşı çıkışına rağmen, sağduyu bilgiye götüren uygun ve etkili bir yoldur- her ne kadar kesinlikle sınırlı ve güdük kalmış türden olsa da.
·       Sağduyu bundan dolayı, bazı filozofların eğilimli oldukları radikal şüpheci yadsımacılığın sivriliklerini kütleştiren bir konumdadır.
·       Bilimsel bilgi, ortadan kaldırma ya da yerini tutma yerine sağduyu bilgisini tamamlar ve eksikliklerini giderir.
·       Sağduyu sadece bilişsel konularda değil normative ve pratik bağlamlarda da önemli bir rol oynar.
·       Sağduyu olguları felsefi konuları çözme konusunda çok güdük kalsalar da yine de sağduyu hakkındaki sorular felsefi tartışmalara yol gösterici malzeme sağlarlar.
·       Sağduyunun dil ve iletişim için odak noktada olması onu felsefi yöntemde sağlam bir yere taşır.” [24]
Böylece sağduyu belli bir düzeyde bilgi veren, temel bazı inançlarımızı oluşturan ve kimi davranışlarımıza motif olan bir olgu olarak görünmektedir.
“Common Sense”, tek olan insanın dünyanın yapısına ilişkin olarak üzeri örtük olan kavrayışlarının tamamıdır. Descartes gibi yöntemsel bir amaçla kullanmak dışında akıl sağlığı yerinde bir insan varolduğundan kuşku duymaz; sağduyum bunu verir. Sağduyum aynı zamanda dünyanın yapısının aklımla kavranabileceğini, dünyada gördüğüm, duyumsadığım nesnelerin usumda bir karşılığı olduğunu, algı yetilerim ve ussal becerilerimle dünyayı parçalayıp bölerek bilebileceğimi, ussal olan bu dünyanın benim dışımda bir gerçekliği olduğunu, içinde benim de varolduğumu bana sağduyum söyler.
Ancak sağduyu, zaman ve mekân bağımlı olan kimi öğelerden ayrıştırılmalıdır. Bunlar çoğunlukla eğitim sistemimiz ve çevremizi saran karmaşık idelerin psikolojik zayıflıklarımızı yönlendirerek sorgulatmadan kabul ettirdiği kanılardır. Bunların birçoğunun kaynağı çok güvendiğimiz bilgi kaynağı olan otoritelerdir. Bunların en önemlisi ve belki de belli amaçlar doğrultusunda kullanılabilirliği açısından en etkilisi bilimdir. Bilimsel olarak addedilen birtakım bilgileri, zamansal ve mekânsal etkilerle, sorgusuz olarak kabul etme eğimindeyizdir. Tıpkı daha düne kadar yumurtanın kolesterol için çok zararlı ve yenmemesi gerektiğinin söylenmesi gibi. Ya da daha temel bilimsel bir örnek olarak, hiçbirşeyin ışıktan daha hızlı olamayacağı gibi, ya da galaksimizde 9 gezegenin bulunduğu gibi… Bilimin bu etksinin “modern” toplumda bilimin ve bilimsel yöntemin doğru bilgiyi elde etmede en güçlü otorite olarak kabul görmesi nedeniyle bu denli güçlü olduğunu düşünüyorum.
Sağduyu kavramını “common sense” olarak kullanmanın ve bunun da aslında şeylerin düzeni ile aklımın düzenin paralel olduğunu vurgulayan, üstüne ne kadar karmaşık ideler oturtsam ne kadar türevler oluştursam da çıplak gerçekliğin her zaman burada ve yanıbaşımda olduğunu bana anımsatan bir meleke bir daemon olarak algılamak daha doğru olacaktır. Bu açıdan bakıldığında çeşitli dışsal faktörlerle yönlendirilmemiş ve biçimlendirilmemiş olan, akıldan önce gelen ve tüm yetilerimin kendisi üzerine kurulu olan birşeydir sağduyu.
Böyle bakıldığında da “sağduyulu insan” dediğimizde aslında iyi eğitim almış, belli bir entelektüel düzeyde olan bir insanı değil, önyargısız ve çevresel ya da çıkarlarına göre değil, en temel insani değerler ve inançlarla hareket eden insanı anlamamız gerekli. Bu “tek insan” hiçbir eğitim görmemiş olabileceği gibi, mesleki, eğitimsel, toplumsal konumu vb çevresel faktörlerden bağımsız olarak olayları değerlendirebilen insandır aynı zamanda.



KAYNAKLAR

1.     Kant, Immanuel; Prolegomena, Çev. İoanna Kuçuradi, Yusuf Örnek, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1983.
2.     Wolpert, Lewis; Bilim Sağduyuya Karşı, Çev. Evcimen Perçin, Sarmal Yayınları, İstanbul.
3.     Moore, G.E.; Philosophical Papers, Collier Books, New York.
4.     Reid, Thomas; An Inquiry Into The Human Mind On The Principles Of Common Sense, Edited By Derek R. Brookes, Edinburgh University Press, 1997
5.     Ayer, A.J.; Dil, doğruluk ve Mantık, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Metis Yayınları, İstanbul
6.     Rescher, Nicholas; Common-Sense: A New Look At An Old Philosophical Tradition, Marquette University Press, Wisconsin, 2005
7.     Lemons, Noah; Common Sense A Contemporary Defense, Cambridge Studies in Philosophy, Newyork, 2010
8.     Güzel, Cemal (Der.); Sağduyu Filozofu: Popper, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998
9.     Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979
10. Orrigi, Gloria; What’s In My Common Sense? The Philosophical Forum, 2008
11. Crouch, William; Wittgenstein on Scepticism in “On Certainty”
12. Russel, Bertrand; Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Alaz Yayınları, İstanbul, 1980
13. Eren, Işık; 20. Yüzyılda Felsefe: Karşı Çıkışlar ve Arayışlar, Asa Yayınları, Bursa, 2006
14. Popper, Karl; Objective Knowledge: An Evolutionary Apporach, Clarendon Press, Oxford, 1974



[1] TDK; Türkçe Sözlük.
[2] Akarsu, Bedia; Felsefe Terimleri Sözlüğü, Inkılap Kitabevi, İstanbul, 1988
[3] “Commonsense” maddesi; Webster’s NewWorld Thesaurus, Prentice Hall Press, New York, 1985
[4] “Commonsense” maddesi; Macmillan Contemporary Dictionary, Macmillan Publishing Co., New York ( ABC Yayınları), İstanbul, 1988
[5] Hançerlioğlu, Orhan; Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979
[6] Denkel, Arda, Bilginin Temelleri, Doruk Yayınları, İstanbul, Mart 2011, S.168
[7] Descartes, Rene; Yöntem Üzerine Söylem; Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2011, S.9
[8] AGE. S.10
[9] Reid, Thomas; An Inquiry Into The Human Mind on The Principles of Common Sense, Edinburgh University Press, Edited By Derek R. Brookes, Edinburgh, 1997, S.11
[10] Kant, Immanuel; Prolegomena, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1983, S.7
[11] AGE, S.7
[12] Moore, G.E.; “A Defence of Common Sense” Philosophical Papers içinde, Newyork, S.32-59
[13] Origgi, Gloria; “What’s In My Common Sense?”
[14] Cevizci, Ahmet; Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul,2009, I.Baskı, S.1208
[15] Russel, Bertrand; Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Alaz Yayınları, İstanbul, 1980, S.75
[16] Yıldırım, Cemal; Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, S. 23
[17] Crouch, William; Wittgenstein On Scepticism in “On Certainty”; University Of Cambridge
[18] AGE
[19] Wittgenstein, L.; On Certainty, 58
[20] Ayer, A.J.; Dil, Doğruluk ve Mantık, Metis Yayınları, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul, S.36–37
[21] Poper, Karl; Objective Knowledge: An Evolutionary Apporach, Clarendon Press,Oxford, 1974, S.33
[22] Wolpert, Lewis; Bilim Sağduyuya Karşı, Sarmal Yayınları, İstanbul, Çev. Evcimen Perçin
[23] Rescher, Nicholas; Common-Sense: A New Look At An Old Philosophical Tradition, Marquette University Press, Wisconsin, 2005, S.206
[24] Age., S.236. (Vurgular tarafımdan yapılmıştır.)